28 Eylül 2008 Pazar

Lepistes


Tür adı Poecilia Reticulata olan evcilleştirilmiş(?) bir balıktır. Anavatanı Amerika kıtasının sürekli sıcak olan bölümleri de olsa, ülkemizde bile çeşitli göllerde rastlayabilirsiniz bu balığa. Akvaryum hobisine yeni başlayanlarca sıklıkla tercih edilirler, çünkü bakımı nispeten kolaydır ve çabuk üreyerek mutlu ederler insanı. Bir gün eve gelirsiniz ve sürpriz! Akvaryumda 100 küsür yavru beklemektedir sizi!

Lepisteslerde cinsiyet ayırt etmek için en kolay ve geçerli yol kuyruklarına bakmaktır. Çünkü hayvanlar âleminde, insanlarla taban tabana zıt olan o kural geçerlidir: Erkekler daha büyük kuyruklu, süslü, renkli, desenli, parlar, fosforlu, vb. olurlar. Dişiler ise neredeyse renksizdir ve kuyrukları erkeklere göre oldukça küçüktür. Bir başka yol ise, lepistesin boyuna bakmaktır. Çünkü dişi lepistesler erkeklere göre daha iridir ve daha tombul görünür. Erkeler ise daha ince yapılı ve narin görünümlüdür. Eklemek isterim ki, bir lepistes erkeği bana hep Oscar Wilde'ı hatırlatır.

Lepistesler canlı doğuran balıklardır. Tabi ki yine yumurta ile ürerler, fakat yumurtalar içeride döllenir, böylece doğuruyormuş gibi bir izlenim yaratır. Bir anne tek seferde yüzden fazla yavru doğurabilir ve üremeleri de çok kolaydır, çünkü eş tutmazlar. Bir lepistesin gebelik süresi 25 ile 30 gün arasındadır ama koşullara göre bu süre uzayıp, kısalabilir.

Bazı durumlarda ise, ne yazık ki, dişi balık doğumu gerçekleştiremeden ölür; yumurta döker ya da balıklar ölü doğar. Fakat bu büyük bir problem değildir, aynı balık birkaç hafta içerisinde tekrar döl alabilir.

Yavru lepisteslerin vücutları neredeyse şeffaftır ve yalnızca karınları ile gözleri görünür.

Yavruların çabuk ve sorunsuz gelişmesi için özel üretilmiş yemler vardır. Bunların yanında artemia denen şey de balıkların büyümesinde çok önemli rol oynar ve gözle görebileceğiniz şekilde katkı sağlar.

Burada değişik bir renk, Full Gold(Alman) lepistes:





Yavrular doğduklarında boyları yarım santim kadardır ve bu hâlleriyle çok kolay yem olurlar. Hatta kendi anneleri bile yiyebilir onları, fakat bu çok sık karşılaşılan bir durum değildir. Diğer balıklar ise hiç acımadan, buldukları yerde mideye indirir bu savunmasız yavrucakları. Bunu önlemek için, "yavruluk" denen plastik kaplar vardır ve akvaryumun içine yerleştirilen, küçük küçük delikli bu plastik kap, yavruları akvaryumun geri kalanından ayırır. Hamileyi yavruluğa koyarsınız ve doğrunca(tüm yavruların "ışığa gel''diklerinden emin olduktan sonra) anneyi de dışarı alarak durumu garantilersiniz.

Fakat bu bile tehlikeli bir iştir, çünkü bazı balıklar güçlü çeneleri ile yavruluğun boşluklarına yapışırlar ve balıkları eme eme mideye indirirler. En güvenlisi, yavrular için ayrı bir akvaryum oluşturmak ve doğurdukça bebelerimizi oraya taşımak olacaktır. Yavru tankında mutlaka bir filtre bulunmalıdır ve düzenli olarak taze su eklenmelidir. Çünkü yavrular, anne babalarına göre çok daha hassastır.Eğer yavrulukla uğraşmak ya da yeni bir tank oluşturmak istemiyorsanız, yavru lepistesleri ana tanktan ayırmak zorunda değilsiniz. Bunun yerine onlara akvaryum içinde saklanacak yerler oluşturabilirsiniz. Bu iş sıklıkla Java Moss ya da Moss Ball adı verilen bir yosun türleri, kıvrılıp yumak hâline getirilmiş rafya, çeşitli deniz kabukları ya da şu duş jellerinin yanında verilen plastik, fileli yıkanma topları kullanılır. Çok da etkili yöntemlerdir ve birkaç cana mal olsa da yavrular az kayıpla büyür. Doğal seçilim ise tamamen engellenmemiş olur.

Lepistesler, özünde barışçıl türlerdir ve av olmayacağı hemen hemen her balıkla birlikte yaşayabilir. Fakat Japon balıklarıyla ve betalarla bir arada tutulması tavsiye edilmez, çünkü yavaş hareket bu balıklar atik ve çevik lepislerin ilgisini çekecektir. Bu yüzden gidip o hayvanların kuyruklarını, yüzgeçlerini tırtıklamaya başlayacak ve belki de ölümlerine sebep olacaklardır. Ama bunun dışında, kendi boylarındaki diğer balıklarla sorunsuz yaşayacaklardır. Hatta su kaplumbağalarıyla bile birlikte beslenebilirler, fakat kaplumbağa lepistes yiyebilecek boyuta ulaştığında, akvaryumunuzdan birkaç balık eksilebilir. Her gün:).

Bu gölden yakalanmış bir vahşi erkek lepistes resmi:




Daha önce de belirttiğim gibi, lepistesler aslında vahşi balıklardır ve renkleri o kadar cezbedici değildir. Hatta pek çok kez doğal ortamında itlafa maruz bırakılmışlardır, çünkü bir göl ekosistemi için aşırı hızlı ürer ve bilinen bir faydası da yoktur. Fakat ne zaman ki, akvaryumculuk bir hobi olarak hızla yayılmaya başladı, çabuk üreyen ve bu yüzden genetik modifikasyonu kolay balıklara talep arttı. Bunun sonucu olarak, parlak renkli, desenli, göz alıcı, fakat zayıf genetik yapıya sahip, narin bir balık türü ortaya çıktı.

Şu an, bir akvaryumcuda görebileceğiniz lepisteslerin tamamı "yapay seleksiyon'' yöntemiyle üretilmişler ve ''güzelleştirilmişlerdir''. Neredeyse renksiz, yalnızca ışık vurunca parlayan bir balık olan lepistes, başka cinslerle çaprazlanarak ve en renkli döller seçilip, tekrar ve tekrar birbirleriyle çiftleştirilerek şimdiki kendi içinde ayrı alt türlere ayrılan neredeyse sınırsız renk ve desene sahip ''üstün ırk'' yaratılmıştır.

Fakat maalesef, bu üstün ırkın da bir handikabı vardır: Zamanında çamurlu suda bile rahat rahat yaşayan; sıcaktan, soğuktan kolay kolay etkilenmeyen; su değerleri vız gelip tırs giden bir balık olan lepistes, su iki derece soğusa beyaz benek olan, pis suya hiç dayanamayan, klordan mlordan nem kapan bir balık hâline gelmiştir. Yani ''Bir sürü çok renkli, sevimli, göz zevkini tatmin eden balığa sahip olabilirsiniz, ama ölecekler.'' demek gibi bir şey bu. E, n'apalım, bunu da bulamayan var!

Son olarak, bu yazıdan çıkarılacak ders de şu olsun: Ne hayvanların, ne de bitkilerin genetiğiyle oynansın insanın şahsi çıkarları adına! Yoksa daha biz ne olduğunu anlayamadan, şu koca dünyada tek başımıza kalacağız.

Vatoz


Akvaryumlarda yaşayan tatlı su çeşidi cüce vatoz ve normal yurdum vatozu olarak ikiye ayrılan balık, bir cins kedi balığı. Yüzlerce çeşidi olduğu için belli bir tür adı veremiyorum, çünkü her tür vatoz ayrı bir adla anılmaktadır. Doğanın temizlikçileridir bunlar.

Cüce vatozlar en fazla 15-16 cm iken, normal vatozlar 1 metreye kadar büyüyebilir. ''Abi ben bir vatoz gördüm, tam iki metreydi!'' diyenler de yok değildir tabi. ülkemizde satılan vatozlar genelde kahverengi tonlarındadır ve genellikle leopar vatozdur, çünkü bu yüzlerce türün bazılarının soyu tükenme noktasındadır. Turuncu renkteki vatozlar gold olarak anılır. Arada açık sarı, pembe, beyaz tonlarında vatozlara da rastlayabilsiniz. Onlar da albino vatozlardır. Boynuzlu vatozları da kolaylıkla temin etmeniz mümkün ama iyi bir para ödemeye razıysanız(ki bence olmayın) dünyanın öbür ucundan hayvan ithal edebilrsiniz. Ya da bazı büyük akvaryumcularda 200e, 400$ gibi fiyatlara bu hayvanları bulabilsiniz.

Bu bir cüce vatozdur mesela, ama resim büyütülmüş biraz :) Ağzındaki çıkıntılardan anladığım kadarıyla, erkek.

Cüce vatozlar oldukça zararsız canlılardır ve zaten küçük boyutlarından dolayı herhangi bir balığa zarar verdikleri görülmemiştir, olsa olsa canlı doğan yavruları yakalarsa yiyebilirler. Normal vatozlar ise, barışçıl olarak bilinseler de, balıklara zarar verdikleri olmuştur. ölü balıkları ve yavruları yiyebilirler, canlılara saldırıp öldürebilirler. Ama bu bir karakteristik değildir, münferit olaydır.

- Vatozlar dip balıklarıdır. Dibe çöken yem artıklarını, yosunları, bazense ölü hayvan kalıntılarını yerler. Kendileri de çok yumuşak olduklarından öldüklerinde diğer balıklarca kolayca parçalanabilirler, anca kafa kemikleri kalır.
- Canlı doğuran balıklardan değillerdir, yumurta bırakarak ürerler. Erişkin erkek vatozların ağızlarının kenarlarında bıyık gibi uzantılar bulunurken, dişilerde bu ya yoktur ya da çok az gelişmiştir.
- Barışçıl canlılar oldukları için neredeyse her akvaryumda bulundurulabilirler. Yosunları ve pislikleri* yedikleri için akvaryumun temiz kalmasına yardımcı olurlar. Filtre temizliği, genel temizlik ve su değişimi aralıklarını uzatırlar. Fakat bazı saldırgan ciklet türleriyle beraber beslenmemesi iyi olur çünkü cikletler bu hayvanların gözlerini yiyebiliyor, bazen beraber saldırıp öldürüyorlar.
- iyi bakıldıklarında ve strese girmediklerinde 15 yıla kadar rahatça yaşayabilirler.

Cüce vatozlar oldukça ufakken diğer türler beslenmeye ve akvaryumun ebatlarına göre büyüyebilirler. Bu yüzden geleceği, bu balığın ve diğer balıkların sağlıklarını düşünerek, akvaryumunuzun boyutu küçükse normal değil, cüce vatoz almalısınız. Cüce vatozlar daha az temizlik yaparlar, fakat birden fazla almanız işinizi fazlasıyla görecektir.

Vatozlar tiplerinden beklemeyeceğiniz şekilde korkak balıklar olabilirler. Dışarıdan cama tıklattığınızda, ani bir hareket yaptığınızda ya da içeride bir balık tarafından dürteklendiğinde zıplayarak akvaryumdan çıkabilirler. Aynı şekilde, bu hayvanlar hava almak için yüzeye çıkmak ihtiyacı duyduklarından*, hızlarını alamayıp akvaryumdan fırladıkları olur. Bunu fark edip hayvanı kurtarabilirseniz ne ala! Yoksa mortingen. içinizin rahat etmesi açısından, akvaryumunuzun üzerine bir buharlık ya da tel taktırmanız hayırlı olur.

Vatozlar temelde otçuldur, fakat zaman zaman canlı doğuran yavrularına saldırabilirler. Yumurtlayanların yumurtalarını yiyebilirler. Bunu fark ettiğinizde, hayvanı akvaryumdan geçici süreyle, yani yavrular büyüyene kadar uzaklaştırmanız en iyisidir. Aslında bu hayvanlar hepi topu balık oldukları ve büyük balık küçük balığı yediği için, yavrularınız hiçbir balık türüyle beraber güvende olmayacaktır. Anneleri bile yer bazen yavrularını. Bu yüzden onları ayrı bir yavrulukta beslemeniz en iyisi.

Bazı vatoz türleri tehlikede olduğu için, zor bulunduğu için ya da zor ürediği için ülkemizde satılmaz. Aslına bakarsanız pek çok vatoz türü ülkemizde satılmamaktadır, fakat bu hayvanların bilmem kaç tane renkte, desende, şekilde türü vardır ve hepsi de birbirinden güzeldir. Ama az önce belirttiğim nedenlerden ötürü, fahiş fiyatlara alıcı bulurlar ve bu işin neredeyse bir karaborsası vardır. Ama bana kalırsa en güzel vatoz türü, L46'dır. Bilginize...

27 Eylül 2008 Cumartesi

Kırmızı Yanaklı Su Kaplumbağası


Trachemys Scripta Elegans, Red-Eared Slider, Singapur Kaplumbağası, etc. Hepsi aynı şeyden bahsediyor: Kırmızı Yanaklı Su kaplumbağası. Yani pet shop'larda 5-10 TL arası satılan en sık görülen kaplumbağa cinsi.

Bu hayvanlar hakkında bir eserim var ama uzun yazıları kimse okumaz(neredeyse). Zaten bu blog'a göz atan herkes de Vampircik Sözlük'ten değil. Bu durumda, şöyle bir özet geçmenin faydalı olduğunu düşündüm. Zaten amaç bilgilendirmek olduğundan lafı dolandırmadan, maddeler hâlinde paylaşacağım sizlerle.

Kısaca RES, akvaryum ortamında 40 yıla kadar yaşayabilir. Cinsiyetleri kuyruklarına bakılarak, kabuk şekillerine göre ya da kan testi yapılarak anlaşılabilir. Erkeklerin alt kabuğu çiftleşmeyi kolaylaştırmak için biraz içeri göçüktür. Yine erkeklerin tırnakları daha uzundur ve yetişkinlerde erkekler dişilerden daha küçüktür. Bazı diğer ufak farklar da vardır ama en garantili olanlar bu yöntemlerdir. Yine de bu tür görünüşsel cinsiyet ayrımı kabuk boyu 15 cm'ye ulaşana kadar kesin bir şekilde yapılamaz, anca tahmin edilir.

Yavru RES'ler etçil olarak beslenir ve beslenmelidir de. Büyüdükçe hepçil ve ilerleyen yaşlarında tamamen otçul olacaklardır. Bu yüzden kaplumbağanızı haşlanmış tavuk göğsü, haşlanmış kıyma ve yine haşlanmış balıkla besleyebilirsiniz. Ama kıyma hızlı büyümesine neden olduğundan iç ve dış vücut gelişimini bozar, bu yüzdne verilmemesi daha iyidir. Çok severler am zararlıdır. Balık da tatlı su balığı olmalıdır, çünkü tuz böbreklerine zararlıdır ve deniz balıkları hayvanın uzun zamanda tolere edemeyeceği kadar tuz içerir. En sağlıklısı tavuktur yani. Ama o da abartılmamalıdır.

Her yerde okuduğum ve herkesten duyduğum bir şey: En kaliteli yem Tetra'nın Reptomin'idir. Gerekli vitamin ve kalsiyumu içerir, takviyeye gerek kalmaz. Bunlara ek olarak ileride otçul beslenmeye geçmeleri kolay olsun diye arada marul da verebilirsiniz. Hayvanın dengeli beslenmesini sağlamak içinse, monoton değil çok çeşitli yemler kullanılmalıdır.

Bir RES akvaryumunun olmazsa olmazları ısıtıcı, su filtresi, spot ışığı ve UVB lambasıdır. İdeal su ısısı 28,5 C derecedir(yavrular için). Büyüdükçe ısı farklarını tolere edebilecek dayanıklılığa ulaşırlar. Sık sık dip çekimi ve kısmi su değişimi yapmak gereklidir ve aynı sıcaklıktaki suyla yapılması iyidir. Spot lamba kuru alanı sıcak tutmak için gereklidir. UVB de D vitaminin emilimini sağlar ve kabuk yapılandırmasında kullanılır.

Kuru alan bu hayvan için su kadar hayatidir. Kabuklarını kurutmak, sucul bakterileri üzerlerinden uzaklaştırmak, spot lambası ve güneş ışığı sayesinde vücutlarını ısıtmak ve kabukları için gereken UV ışığını toplamak, ayrıyeten dinlenmek için bu kuru alanı kullanırlar.

En sık görülen hastalıklar mantar ve akciğer enfeksiyonudur. Mantar tedavisi özel ilaçlarla yapılırken, akciğer enfeksiyonu tedavisi daha karışık ve meşakkatlidir.

Görünen o ki, lafı gene çok uzattım. Oysa amacım küçük küçük notlar vermekti. Umarım yardımcı olabilmişimdir. Aslında bunun 10 katı uzunluğunda yazılar yazılabilir ve hâlâ bu hayvanları yeterince tanımamıza yetmez, benimki de ufak bir çaba.

Değişik bir versiyon için buradan sözlükteki yazıma ulaşabilirsiniz.


25 Eylül 2008 Perşembe

inaf gari!

Kulağa hoş gelen müziklerin dinlenmesi yasaklansın.
Klozet kapağını kaldırmadan işeyen erkeklere klozet kapağı yalama cezası verilsin.

İnsanlar artık sıçtıktan sonra "Nası da sıçtım ama!" diyip boklarına bakmasın.

Kaplumbağalar sahiplerinden korkmasın.
Vampircik Sözlük çifte standart uygulamasın.

Ek$i Sözlük çaylakları iki yıl bekletmesin!

Hayat daha basit bir şey olsun, kimse hayatın anlamının peşinde koşmasın.
Zevkler ve renkler tartışılabilir olsun ama kimse iplemediğinden tartışılmasın. Haha.

Kendimi yakaladım kaçarken kendimi...

Ayrılık, ayrılık diyorlar... Ben de bunun üzerinde düşünüyordum şimdi. Hangisi daha iyi, sulu bir ayrılık mı, yoksa kuru mu? Gene burada iki tip teselli eden vardır insanı. Birincisi "Ağla, açılırsın." der, diğeri "Kendini bırakma, dik dur." İkisini de denedim, ikisinin de ucundan döndüm, tam ortasında kalakaldım. Bende bu ikisinden de yok açıkçası. Belki de sorunun birazı bu. Fazlasıyla sessiz bir teselli edenim var, uzaktan bakıp gözleriyle konuşanlardan. Ama bana yardımcı olmuyor.

O zaman diyorum, susayım, sonsuza kadar susayım. Bir ölüm sessizliğine bürünüp kendime orada pansuman yapayım. Olmuyor. Çünkü insanın kafasının gerilerinde bir yerde yatan o küçük adam, kafatasında sessizliğe izin vermiyor. En ufak boşlukta ortaya atıyor kendini ve onun susturmak öyle zor... Öyle zor ki kulaklarımı tıkayıp karanlığa "I don't hear you, i don't here, you're not there, i'm not hearing you!" diye bağırmayı seçiyorum. Ve affedin beni kendi kendime İngilizce konuşma alışkanlığımdan vazgeçemediğim için. Aslında İngilizce değil de, kendi kendine konuşmak- neyse.

Böyle anlarda kendi sesim bana acı veriyor, kendi sesim, o adamın sesi. Bu yüzden kendimi kafamı duvara vururken hayal ediyorum, bir daha, bir daha ve bir daha vuruyorum. Zannediyorum ki bu bir çeşit sözsüz cinayet şekli. Kelimeler(im)in yetmediği yerde kaba kuvvete başvuruyorum. Öze yönelik şiddet derken bahsettiğim yere geliyorum. Özüme dönüyorum ve kahretsin, bir daha vuruyorum. Çünkü bu ses, kafamın içinde dönüp duran bu alaycı yankı beni deli edebilir. Acı çekmemi keyifle izleyen ve ben aynaya bakıp kendimi seyrederken yüzüme gülen bu “O” kendi bilincine sahip ve ben onun alanına nüfuz edemiyorum. O gelip benim yaşam defterime mürekkebini damlatırken, ben susuyorum.

Susuyor ve izliyorum seni. Seni, ey güzellik. Beni büyülüyorsun, başımı döndürüyorsun. Sana bakınca olamadığım kendimi görüyorum ve sana bakınca sen olmak istiyorum. Bedenimi ipek kozası gibi üzerimden sıyırıp bu öfke dolu, bu alaycı, bu aşağılık, bu densiz ve kendini bilmez, bu nefreti gözlerine canlı bir ışıltı ve dudaklarına kırmızılık veren lanet sen olmak istiyorum ey "ben". Nam-ı diğer "O". Öyle imreniyorum ki sana. Öyle tutkuyla istiyorum ki sen olmayı. Bu tutku ve bu özen zaten beni senin ucuz bir kopyan hâline getirip sokağa salan. Ama kendime engel olamıyorum. Çünkü kendime engel olmam gereken an, benden çıkıp sana girmeden o havada asılı kaldığım zaman. Ve işte orada, ne sana ulaşabiliyorum ne kendime geri dönebiliyorum. Kontrolden çıkmış fakat kontrol edilmediği için durmuş, yolda kalmış bir... Ben oluyorum.

Örneklerin en güzeliyle -ki zaten sen baştan ayağa güzellikten yapma, güzelden ibaretsin- ne sözün sonunu getirebiliyorum, ne de işte gördüğün gibi en başına geri dönebiliyorum. Söyleyeceklerimin bittiği yerde, anlatmak istediklerim hep yeni başlamış ve hep de yarım kalmış oluyor. Bunu sana borçluyum, ama öyle ki bu başından sonu bilinmeyen, sonundansa başı görünmeyen yazılar kalemine çevirdiğin benim başlıktan sonraki ilk ve son alıntımla "hesabım kalsın mahşere"...

Elimi yıkar giderim.

inaf gari!

Köpekler artık taşaklarını yalamasın.
Pembe Minik'in kuyruğunu ısırmasın.

Sevgililik kavramı yer yüzünden silinsin. Ve de arkadaşlık. Hatta aile denen kurum da kayıplara karışsın. İnsanlar birbirine dokunmadan yaşasın.

Diziler haftada bir gün yayınlanmasın, istediğimiz an istediğimiz dizinin yeni bölümünü izleyebilelim.
Sinema bedava olsun yanımızda kendi pop corn(in Turkish: patlamış mısır)umuzu götürebilelim.

Yaşamak mecburi olmasın. Anne karnında anket doldurulsun.

Ortalık gavur şeysi gibi yanıyor demek yasaklansın, yerli malları haftası bir yıla çıksın.

24 Eylül 2008 Çarşamba

Öze Dönük Şiddet

Öldürmek istediğini öldüremediğinde içine dönmesidir insanın, kendine yönelik şiddet. Bastırılmış duygular -ya şiddet bir içgüdü müdür?- ve ifade edilemeyenlerin patlaması ve eline yüzüne bulaşmasıdır.
Kendi kendinden nefret veya başkalarına duyulan öfkenin sıkışmasıdır, sıkışıp insanın yüreğini daraltması. Çivinin çiviyi söktüğü gibi, daha büyük acının da acının tedavisi olmasından kaynaklanır.
Nerede okuduğumu hatırlayamasam da, kendisine şiddet uygulayan bir mahkûma sorulduğuna verdiği cevap aydınlatıcıdır: “o kadar acı çekiyordum ki...” acısını dindirmek için acıtmıştır kendisini mahkûm. Demek odur ki, mühim olan acı falan değildir, kimden geldiğidir onun.
Kendini sevmeyen ölürmüş, derler; bu kadar sevdiğimiz kendimize edilen işkencenin cezasız kalması mı diğer kendiyi bu kadar öfkelendiren ve bıçağa sevk eden? Kime saplamak isteyip beceremediğimiz bıçağın ucunu kendimize çeviriyoruz ya da?
Kişiye yönelik şiddetten daha hazin olan bu tür, birilerin intikam almak içindir fakat kimden? Kaynaktan değil görüldüğü üzere; savunmada yetersiz kalmış rezistanstan. Şiddet güdüsüyle yaratılmamıştır insan, öğrenmiştir onu. İşte bu intikam arzusu, derimizi yüzmekte; doğum esnasında veya öncesinde oluşan bir kısa devre değil.

2007