28 Eylül 2008 Pazar

Lepistes


Tür adı Poecilia Reticulata olan evcilleştirilmiş(?) bir balıktır. Anavatanı Amerika kıtasının sürekli sıcak olan bölümleri de olsa, ülkemizde bile çeşitli göllerde rastlayabilirsiniz bu balığa. Akvaryum hobisine yeni başlayanlarca sıklıkla tercih edilirler, çünkü bakımı nispeten kolaydır ve çabuk üreyerek mutlu ederler insanı. Bir gün eve gelirsiniz ve sürpriz! Akvaryumda 100 küsür yavru beklemektedir sizi!

Lepisteslerde cinsiyet ayırt etmek için en kolay ve geçerli yol kuyruklarına bakmaktır. Çünkü hayvanlar âleminde, insanlarla taban tabana zıt olan o kural geçerlidir: Erkekler daha büyük kuyruklu, süslü, renkli, desenli, parlar, fosforlu, vb. olurlar. Dişiler ise neredeyse renksizdir ve kuyrukları erkeklere göre oldukça küçüktür. Bir başka yol ise, lepistesin boyuna bakmaktır. Çünkü dişi lepistesler erkeklere göre daha iridir ve daha tombul görünür. Erkeler ise daha ince yapılı ve narin görünümlüdür. Eklemek isterim ki, bir lepistes erkeği bana hep Oscar Wilde'ı hatırlatır.

Lepistesler canlı doğuran balıklardır. Tabi ki yine yumurta ile ürerler, fakat yumurtalar içeride döllenir, böylece doğuruyormuş gibi bir izlenim yaratır. Bir anne tek seferde yüzden fazla yavru doğurabilir ve üremeleri de çok kolaydır, çünkü eş tutmazlar. Bir lepistesin gebelik süresi 25 ile 30 gün arasındadır ama koşullara göre bu süre uzayıp, kısalabilir.

Bazı durumlarda ise, ne yazık ki, dişi balık doğumu gerçekleştiremeden ölür; yumurta döker ya da balıklar ölü doğar. Fakat bu büyük bir problem değildir, aynı balık birkaç hafta içerisinde tekrar döl alabilir.

Yavru lepisteslerin vücutları neredeyse şeffaftır ve yalnızca karınları ile gözleri görünür.

Yavruların çabuk ve sorunsuz gelişmesi için özel üretilmiş yemler vardır. Bunların yanında artemia denen şey de balıkların büyümesinde çok önemli rol oynar ve gözle görebileceğiniz şekilde katkı sağlar.

Burada değişik bir renk, Full Gold(Alman) lepistes:





Yavrular doğduklarında boyları yarım santim kadardır ve bu hâlleriyle çok kolay yem olurlar. Hatta kendi anneleri bile yiyebilir onları, fakat bu çok sık karşılaşılan bir durum değildir. Diğer balıklar ise hiç acımadan, buldukları yerde mideye indirir bu savunmasız yavrucakları. Bunu önlemek için, "yavruluk" denen plastik kaplar vardır ve akvaryumun içine yerleştirilen, küçük küçük delikli bu plastik kap, yavruları akvaryumun geri kalanından ayırır. Hamileyi yavruluğa koyarsınız ve doğrunca(tüm yavruların "ışığa gel''diklerinden emin olduktan sonra) anneyi de dışarı alarak durumu garantilersiniz.

Fakat bu bile tehlikeli bir iştir, çünkü bazı balıklar güçlü çeneleri ile yavruluğun boşluklarına yapışırlar ve balıkları eme eme mideye indirirler. En güvenlisi, yavrular için ayrı bir akvaryum oluşturmak ve doğurdukça bebelerimizi oraya taşımak olacaktır. Yavru tankında mutlaka bir filtre bulunmalıdır ve düzenli olarak taze su eklenmelidir. Çünkü yavrular, anne babalarına göre çok daha hassastır.Eğer yavrulukla uğraşmak ya da yeni bir tank oluşturmak istemiyorsanız, yavru lepistesleri ana tanktan ayırmak zorunda değilsiniz. Bunun yerine onlara akvaryum içinde saklanacak yerler oluşturabilirsiniz. Bu iş sıklıkla Java Moss ya da Moss Ball adı verilen bir yosun türleri, kıvrılıp yumak hâline getirilmiş rafya, çeşitli deniz kabukları ya da şu duş jellerinin yanında verilen plastik, fileli yıkanma topları kullanılır. Çok da etkili yöntemlerdir ve birkaç cana mal olsa da yavrular az kayıpla büyür. Doğal seçilim ise tamamen engellenmemiş olur.

Lepistesler, özünde barışçıl türlerdir ve av olmayacağı hemen hemen her balıkla birlikte yaşayabilir. Fakat Japon balıklarıyla ve betalarla bir arada tutulması tavsiye edilmez, çünkü yavaş hareket bu balıklar atik ve çevik lepislerin ilgisini çekecektir. Bu yüzden gidip o hayvanların kuyruklarını, yüzgeçlerini tırtıklamaya başlayacak ve belki de ölümlerine sebep olacaklardır. Ama bunun dışında, kendi boylarındaki diğer balıklarla sorunsuz yaşayacaklardır. Hatta su kaplumbağalarıyla bile birlikte beslenebilirler, fakat kaplumbağa lepistes yiyebilecek boyuta ulaştığında, akvaryumunuzdan birkaç balık eksilebilir. Her gün:).

Bu gölden yakalanmış bir vahşi erkek lepistes resmi:




Daha önce de belirttiğim gibi, lepistesler aslında vahşi balıklardır ve renkleri o kadar cezbedici değildir. Hatta pek çok kez doğal ortamında itlafa maruz bırakılmışlardır, çünkü bir göl ekosistemi için aşırı hızlı ürer ve bilinen bir faydası da yoktur. Fakat ne zaman ki, akvaryumculuk bir hobi olarak hızla yayılmaya başladı, çabuk üreyen ve bu yüzden genetik modifikasyonu kolay balıklara talep arttı. Bunun sonucu olarak, parlak renkli, desenli, göz alıcı, fakat zayıf genetik yapıya sahip, narin bir balık türü ortaya çıktı.

Şu an, bir akvaryumcuda görebileceğiniz lepisteslerin tamamı "yapay seleksiyon'' yöntemiyle üretilmişler ve ''güzelleştirilmişlerdir''. Neredeyse renksiz, yalnızca ışık vurunca parlayan bir balık olan lepistes, başka cinslerle çaprazlanarak ve en renkli döller seçilip, tekrar ve tekrar birbirleriyle çiftleştirilerek şimdiki kendi içinde ayrı alt türlere ayrılan neredeyse sınırsız renk ve desene sahip ''üstün ırk'' yaratılmıştır.

Fakat maalesef, bu üstün ırkın da bir handikabı vardır: Zamanında çamurlu suda bile rahat rahat yaşayan; sıcaktan, soğuktan kolay kolay etkilenmeyen; su değerleri vız gelip tırs giden bir balık olan lepistes, su iki derece soğusa beyaz benek olan, pis suya hiç dayanamayan, klordan mlordan nem kapan bir balık hâline gelmiştir. Yani ''Bir sürü çok renkli, sevimli, göz zevkini tatmin eden balığa sahip olabilirsiniz, ama ölecekler.'' demek gibi bir şey bu. E, n'apalım, bunu da bulamayan var!

Son olarak, bu yazıdan çıkarılacak ders de şu olsun: Ne hayvanların, ne de bitkilerin genetiğiyle oynansın insanın şahsi çıkarları adına! Yoksa daha biz ne olduğunu anlayamadan, şu koca dünyada tek başımıza kalacağız.

Vatoz


Akvaryumlarda yaşayan tatlı su çeşidi cüce vatoz ve normal yurdum vatozu olarak ikiye ayrılan balık, bir cins kedi balığı. Yüzlerce çeşidi olduğu için belli bir tür adı veremiyorum, çünkü her tür vatoz ayrı bir adla anılmaktadır. Doğanın temizlikçileridir bunlar.

Cüce vatozlar en fazla 15-16 cm iken, normal vatozlar 1 metreye kadar büyüyebilir. ''Abi ben bir vatoz gördüm, tam iki metreydi!'' diyenler de yok değildir tabi. ülkemizde satılan vatozlar genelde kahverengi tonlarındadır ve genellikle leopar vatozdur, çünkü bu yüzlerce türün bazılarının soyu tükenme noktasındadır. Turuncu renkteki vatozlar gold olarak anılır. Arada açık sarı, pembe, beyaz tonlarında vatozlara da rastlayabilsiniz. Onlar da albino vatozlardır. Boynuzlu vatozları da kolaylıkla temin etmeniz mümkün ama iyi bir para ödemeye razıysanız(ki bence olmayın) dünyanın öbür ucundan hayvan ithal edebilrsiniz. Ya da bazı büyük akvaryumcularda 200e, 400$ gibi fiyatlara bu hayvanları bulabilsiniz.

Bu bir cüce vatozdur mesela, ama resim büyütülmüş biraz :) Ağzındaki çıkıntılardan anladığım kadarıyla, erkek.

Cüce vatozlar oldukça zararsız canlılardır ve zaten küçük boyutlarından dolayı herhangi bir balığa zarar verdikleri görülmemiştir, olsa olsa canlı doğan yavruları yakalarsa yiyebilirler. Normal vatozlar ise, barışçıl olarak bilinseler de, balıklara zarar verdikleri olmuştur. ölü balıkları ve yavruları yiyebilirler, canlılara saldırıp öldürebilirler. Ama bu bir karakteristik değildir, münferit olaydır.

- Vatozlar dip balıklarıdır. Dibe çöken yem artıklarını, yosunları, bazense ölü hayvan kalıntılarını yerler. Kendileri de çok yumuşak olduklarından öldüklerinde diğer balıklarca kolayca parçalanabilirler, anca kafa kemikleri kalır.
- Canlı doğuran balıklardan değillerdir, yumurta bırakarak ürerler. Erişkin erkek vatozların ağızlarının kenarlarında bıyık gibi uzantılar bulunurken, dişilerde bu ya yoktur ya da çok az gelişmiştir.
- Barışçıl canlılar oldukları için neredeyse her akvaryumda bulundurulabilirler. Yosunları ve pislikleri* yedikleri için akvaryumun temiz kalmasına yardımcı olurlar. Filtre temizliği, genel temizlik ve su değişimi aralıklarını uzatırlar. Fakat bazı saldırgan ciklet türleriyle beraber beslenmemesi iyi olur çünkü cikletler bu hayvanların gözlerini yiyebiliyor, bazen beraber saldırıp öldürüyorlar.
- iyi bakıldıklarında ve strese girmediklerinde 15 yıla kadar rahatça yaşayabilirler.

Cüce vatozlar oldukça ufakken diğer türler beslenmeye ve akvaryumun ebatlarına göre büyüyebilirler. Bu yüzden geleceği, bu balığın ve diğer balıkların sağlıklarını düşünerek, akvaryumunuzun boyutu küçükse normal değil, cüce vatoz almalısınız. Cüce vatozlar daha az temizlik yaparlar, fakat birden fazla almanız işinizi fazlasıyla görecektir.

Vatozlar tiplerinden beklemeyeceğiniz şekilde korkak balıklar olabilirler. Dışarıdan cama tıklattığınızda, ani bir hareket yaptığınızda ya da içeride bir balık tarafından dürteklendiğinde zıplayarak akvaryumdan çıkabilirler. Aynı şekilde, bu hayvanlar hava almak için yüzeye çıkmak ihtiyacı duyduklarından*, hızlarını alamayıp akvaryumdan fırladıkları olur. Bunu fark edip hayvanı kurtarabilirseniz ne ala! Yoksa mortingen. içinizin rahat etmesi açısından, akvaryumunuzun üzerine bir buharlık ya da tel taktırmanız hayırlı olur.

Vatozlar temelde otçuldur, fakat zaman zaman canlı doğuran yavrularına saldırabilirler. Yumurtlayanların yumurtalarını yiyebilirler. Bunu fark ettiğinizde, hayvanı akvaryumdan geçici süreyle, yani yavrular büyüyene kadar uzaklaştırmanız en iyisidir. Aslında bu hayvanlar hepi topu balık oldukları ve büyük balık küçük balığı yediği için, yavrularınız hiçbir balık türüyle beraber güvende olmayacaktır. Anneleri bile yer bazen yavrularını. Bu yüzden onları ayrı bir yavrulukta beslemeniz en iyisi.

Bazı vatoz türleri tehlikede olduğu için, zor bulunduğu için ya da zor ürediği için ülkemizde satılmaz. Aslına bakarsanız pek çok vatoz türü ülkemizde satılmamaktadır, fakat bu hayvanların bilmem kaç tane renkte, desende, şekilde türü vardır ve hepsi de birbirinden güzeldir. Ama az önce belirttiğim nedenlerden ötürü, fahiş fiyatlara alıcı bulurlar ve bu işin neredeyse bir karaborsası vardır. Ama bana kalırsa en güzel vatoz türü, L46'dır. Bilginize...

27 Eylül 2008 Cumartesi

Kırmızı Yanaklı Su Kaplumbağası


Trachemys Scripta Elegans, Red-Eared Slider, Singapur Kaplumbağası, etc. Hepsi aynı şeyden bahsediyor: Kırmızı Yanaklı Su kaplumbağası. Yani pet shop'larda 5-10 TL arası satılan en sık görülen kaplumbağa cinsi.

Bu hayvanlar hakkında bir eserim var ama uzun yazıları kimse okumaz(neredeyse). Zaten bu blog'a göz atan herkes de Vampircik Sözlük'ten değil. Bu durumda, şöyle bir özet geçmenin faydalı olduğunu düşündüm. Zaten amaç bilgilendirmek olduğundan lafı dolandırmadan, maddeler hâlinde paylaşacağım sizlerle.

Kısaca RES, akvaryum ortamında 40 yıla kadar yaşayabilir. Cinsiyetleri kuyruklarına bakılarak, kabuk şekillerine göre ya da kan testi yapılarak anlaşılabilir. Erkeklerin alt kabuğu çiftleşmeyi kolaylaştırmak için biraz içeri göçüktür. Yine erkeklerin tırnakları daha uzundur ve yetişkinlerde erkekler dişilerden daha küçüktür. Bazı diğer ufak farklar da vardır ama en garantili olanlar bu yöntemlerdir. Yine de bu tür görünüşsel cinsiyet ayrımı kabuk boyu 15 cm'ye ulaşana kadar kesin bir şekilde yapılamaz, anca tahmin edilir.

Yavru RES'ler etçil olarak beslenir ve beslenmelidir de. Büyüdükçe hepçil ve ilerleyen yaşlarında tamamen otçul olacaklardır. Bu yüzden kaplumbağanızı haşlanmış tavuk göğsü, haşlanmış kıyma ve yine haşlanmış balıkla besleyebilirsiniz. Ama kıyma hızlı büyümesine neden olduğundan iç ve dış vücut gelişimini bozar, bu yüzdne verilmemesi daha iyidir. Çok severler am zararlıdır. Balık da tatlı su balığı olmalıdır, çünkü tuz böbreklerine zararlıdır ve deniz balıkları hayvanın uzun zamanda tolere edemeyeceği kadar tuz içerir. En sağlıklısı tavuktur yani. Ama o da abartılmamalıdır.

Her yerde okuduğum ve herkesten duyduğum bir şey: En kaliteli yem Tetra'nın Reptomin'idir. Gerekli vitamin ve kalsiyumu içerir, takviyeye gerek kalmaz. Bunlara ek olarak ileride otçul beslenmeye geçmeleri kolay olsun diye arada marul da verebilirsiniz. Hayvanın dengeli beslenmesini sağlamak içinse, monoton değil çok çeşitli yemler kullanılmalıdır.

Bir RES akvaryumunun olmazsa olmazları ısıtıcı, su filtresi, spot ışığı ve UVB lambasıdır. İdeal su ısısı 28,5 C derecedir(yavrular için). Büyüdükçe ısı farklarını tolere edebilecek dayanıklılığa ulaşırlar. Sık sık dip çekimi ve kısmi su değişimi yapmak gereklidir ve aynı sıcaklıktaki suyla yapılması iyidir. Spot lamba kuru alanı sıcak tutmak için gereklidir. UVB de D vitaminin emilimini sağlar ve kabuk yapılandırmasında kullanılır.

Kuru alan bu hayvan için su kadar hayatidir. Kabuklarını kurutmak, sucul bakterileri üzerlerinden uzaklaştırmak, spot lambası ve güneş ışığı sayesinde vücutlarını ısıtmak ve kabukları için gereken UV ışığını toplamak, ayrıyeten dinlenmek için bu kuru alanı kullanırlar.

En sık görülen hastalıklar mantar ve akciğer enfeksiyonudur. Mantar tedavisi özel ilaçlarla yapılırken, akciğer enfeksiyonu tedavisi daha karışık ve meşakkatlidir.

Görünen o ki, lafı gene çok uzattım. Oysa amacım küçük küçük notlar vermekti. Umarım yardımcı olabilmişimdir. Aslında bunun 10 katı uzunluğunda yazılar yazılabilir ve hâlâ bu hayvanları yeterince tanımamıza yetmez, benimki de ufak bir çaba.

Değişik bir versiyon için buradan sözlükteki yazıma ulaşabilirsiniz.


25 Eylül 2008 Perşembe

inaf gari!

Kulağa hoş gelen müziklerin dinlenmesi yasaklansın.
Klozet kapağını kaldırmadan işeyen erkeklere klozet kapağı yalama cezası verilsin.

İnsanlar artık sıçtıktan sonra "Nası da sıçtım ama!" diyip boklarına bakmasın.

Kaplumbağalar sahiplerinden korkmasın.
Vampircik Sözlük çifte standart uygulamasın.

Ek$i Sözlük çaylakları iki yıl bekletmesin!

Hayat daha basit bir şey olsun, kimse hayatın anlamının peşinde koşmasın.
Zevkler ve renkler tartışılabilir olsun ama kimse iplemediğinden tartışılmasın. Haha.

Kendimi yakaladım kaçarken kendimi...

Ayrılık, ayrılık diyorlar... Ben de bunun üzerinde düşünüyordum şimdi. Hangisi daha iyi, sulu bir ayrılık mı, yoksa kuru mu? Gene burada iki tip teselli eden vardır insanı. Birincisi "Ağla, açılırsın." der, diğeri "Kendini bırakma, dik dur." İkisini de denedim, ikisinin de ucundan döndüm, tam ortasında kalakaldım. Bende bu ikisinden de yok açıkçası. Belki de sorunun birazı bu. Fazlasıyla sessiz bir teselli edenim var, uzaktan bakıp gözleriyle konuşanlardan. Ama bana yardımcı olmuyor.

O zaman diyorum, susayım, sonsuza kadar susayım. Bir ölüm sessizliğine bürünüp kendime orada pansuman yapayım. Olmuyor. Çünkü insanın kafasının gerilerinde bir yerde yatan o küçük adam, kafatasında sessizliğe izin vermiyor. En ufak boşlukta ortaya atıyor kendini ve onun susturmak öyle zor... Öyle zor ki kulaklarımı tıkayıp karanlığa "I don't hear you, i don't here, you're not there, i'm not hearing you!" diye bağırmayı seçiyorum. Ve affedin beni kendi kendime İngilizce konuşma alışkanlığımdan vazgeçemediğim için. Aslında İngilizce değil de, kendi kendine konuşmak- neyse.

Böyle anlarda kendi sesim bana acı veriyor, kendi sesim, o adamın sesi. Bu yüzden kendimi kafamı duvara vururken hayal ediyorum, bir daha, bir daha ve bir daha vuruyorum. Zannediyorum ki bu bir çeşit sözsüz cinayet şekli. Kelimeler(im)in yetmediği yerde kaba kuvvete başvuruyorum. Öze yönelik şiddet derken bahsettiğim yere geliyorum. Özüme dönüyorum ve kahretsin, bir daha vuruyorum. Çünkü bu ses, kafamın içinde dönüp duran bu alaycı yankı beni deli edebilir. Acı çekmemi keyifle izleyen ve ben aynaya bakıp kendimi seyrederken yüzüme gülen bu “O” kendi bilincine sahip ve ben onun alanına nüfuz edemiyorum. O gelip benim yaşam defterime mürekkebini damlatırken, ben susuyorum.

Susuyor ve izliyorum seni. Seni, ey güzellik. Beni büyülüyorsun, başımı döndürüyorsun. Sana bakınca olamadığım kendimi görüyorum ve sana bakınca sen olmak istiyorum. Bedenimi ipek kozası gibi üzerimden sıyırıp bu öfke dolu, bu alaycı, bu aşağılık, bu densiz ve kendini bilmez, bu nefreti gözlerine canlı bir ışıltı ve dudaklarına kırmızılık veren lanet sen olmak istiyorum ey "ben". Nam-ı diğer "O". Öyle imreniyorum ki sana. Öyle tutkuyla istiyorum ki sen olmayı. Bu tutku ve bu özen zaten beni senin ucuz bir kopyan hâline getirip sokağa salan. Ama kendime engel olamıyorum. Çünkü kendime engel olmam gereken an, benden çıkıp sana girmeden o havada asılı kaldığım zaman. Ve işte orada, ne sana ulaşabiliyorum ne kendime geri dönebiliyorum. Kontrolden çıkmış fakat kontrol edilmediği için durmuş, yolda kalmış bir... Ben oluyorum.

Örneklerin en güzeliyle -ki zaten sen baştan ayağa güzellikten yapma, güzelden ibaretsin- ne sözün sonunu getirebiliyorum, ne de işte gördüğün gibi en başına geri dönebiliyorum. Söyleyeceklerimin bittiği yerde, anlatmak istediklerim hep yeni başlamış ve hep de yarım kalmış oluyor. Bunu sana borçluyum, ama öyle ki bu başından sonu bilinmeyen, sonundansa başı görünmeyen yazılar kalemine çevirdiğin benim başlıktan sonraki ilk ve son alıntımla "hesabım kalsın mahşere"...

Elimi yıkar giderim.

inaf gari!

Köpekler artık taşaklarını yalamasın.
Pembe Minik'in kuyruğunu ısırmasın.

Sevgililik kavramı yer yüzünden silinsin. Ve de arkadaşlık. Hatta aile denen kurum da kayıplara karışsın. İnsanlar birbirine dokunmadan yaşasın.

Diziler haftada bir gün yayınlanmasın, istediğimiz an istediğimiz dizinin yeni bölümünü izleyebilelim.
Sinema bedava olsun yanımızda kendi pop corn(in Turkish: patlamış mısır)umuzu götürebilelim.

Yaşamak mecburi olmasın. Anne karnında anket doldurulsun.

Ortalık gavur şeysi gibi yanıyor demek yasaklansın, yerli malları haftası bir yıla çıksın.

24 Eylül 2008 Çarşamba

Öze Dönük Şiddet

Öldürmek istediğini öldüremediğinde içine dönmesidir insanın, kendine yönelik şiddet. Bastırılmış duygular -ya şiddet bir içgüdü müdür?- ve ifade edilemeyenlerin patlaması ve eline yüzüne bulaşmasıdır.
Kendi kendinden nefret veya başkalarına duyulan öfkenin sıkışmasıdır, sıkışıp insanın yüreğini daraltması. Çivinin çiviyi söktüğü gibi, daha büyük acının da acının tedavisi olmasından kaynaklanır.
Nerede okuduğumu hatırlayamasam da, kendisine şiddet uygulayan bir mahkûma sorulduğuna verdiği cevap aydınlatıcıdır: “o kadar acı çekiyordum ki...” acısını dindirmek için acıtmıştır kendisini mahkûm. Demek odur ki, mühim olan acı falan değildir, kimden geldiğidir onun.
Kendini sevmeyen ölürmüş, derler; bu kadar sevdiğimiz kendimize edilen işkencenin cezasız kalması mı diğer kendiyi bu kadar öfkelendiren ve bıçağa sevk eden? Kime saplamak isteyip beceremediğimiz bıçağın ucunu kendimize çeviriyoruz ya da?
Kişiye yönelik şiddetten daha hazin olan bu tür, birilerin intikam almak içindir fakat kimden? Kaynaktan değil görüldüğü üzere; savunmada yetersiz kalmış rezistanstan. Şiddet güdüsüyle yaratılmamıştır insan, öğrenmiştir onu. İşte bu intikam arzusu, derimizi yüzmekte; doğum esnasında veya öncesinde oluşan bir kısa devre değil.

2007

KAN

Babası saatlerdir kapıyı yumrukluyordu, cevap almaktan ümidi kestiğinde kırdı hızlı bir tekmeyle kapıyı. Gördüğü karşısında düşünebildiği tek şey "Bu gerçek olamaz"dı. Yerde yatan zavallı et yığınının dudaklarından çıkan son sözler, insanın kan içinde doğup öldüğüne dairdi; sonrası sonsuzluk. Kanıyla yazdığı kelime güneş yılanı gibi bir parlıyor bir sönüyordu . Parmak izlerini taşıyan ve bazı yerlerinden taşmış, kusurlu kelime tanrısallaştırdığı bu riyakar yılanın da aslında o kadar mükemmel, o denli kusursuz olmadığını hatırlattı ona. Başını dayadı soğuk mermere, saçlarında ve teninde dalda dalga yayılıyordu kızıllık.
Ağlamaya başladı, acıdan değil, pişmanlıktan asla; sadece korkudan. Her şey bittikten sonra, peki o zaman ne olacaktı? Düşünmek istemiyordu artık, tüm günleri, tüm kabusları bu ölüm oyunun tekrar tekrar sahnelenmesiyle cehenneme dönmüştü. Yapmak değil yapamamak onu öylesine huzursuz ediyordu ki çok gecelerler ona yastık olmuş kitapların her satırını defalarca okumakla güne kavuşuyordu. Çok geceler, gece güne kavuştuğunda dahi o hâlâ güneşine kavuşamamış olmanın nefrete gebe bıraktığı kalbinde hissediyordu dışarı çıkmak isteyenin doğum sancılarını.
Doğruldu, etinin kırmızılığı çok yabancı gelmişti ona, bileklerindeki kesikler kalbine açılıyor gibi geldi bir an için. Bu kadar yaban bulduğu et, onun varlığının başlangıcından beri gül pembe derisinin altında gizlenmişti tüm ürkütücülüğüyle; acaba daha ne tür yaratıklar vardı içinde, daha derinlerde saklı? Bu kadar, işte bu kadar yabancıdır insanoğlu kendine; süslü deri kılıf sıyrılıp ortaya döküldüğünde sakladığı, o gün anca tanışır kendisiyle.Hâlâ elinde sıkı sıkı tuttuğu jilet iyice kana bulanmıştı, mor-mavi bir yansımayla, bebekler kadar huzurlu uyuyordu damarları. Dayadığında keskin ucu etine, önce direndi teni ama çabuk pes etti; geri çekilip düşmanın geçmesine izin verdi. Biri gitti, geriye kaldı yalnızca biri. Tam o an korkudan ölecek gibiydi, vazgeçmeyi düşündü. Gerçi artık geri dönme şansı yoktu ama ancak devam etmeyebilirdi, ama bu asla onun tarzı değildi. Başkalarına değil, kendine karşı küçük düşmek demekti verdiği kadardan geri dönmek.
Çizik üstüne çizik attığı bileği acemi bir heykeltıraşın yonttuğu, İsa’dan çok önceki zamanlara ait bir heykel gibiydi. Kanıyordu durmaksızın bir nehir gibi. Kulağına dayadığında, özlem duydukları dalgaları ona fısıldayan deniz kabuklarının sesini hatırladı. Küçük bir çocukken, duyduklarının dalgalar olduğuna gerçekten inanırdı, ama sonraları öğrenmişti ki sadece kanının akarkenki sesiydi deniz kabuklarının çığlığı. Şimdiyse köpük köpük, gürül gürül kanıyordu işte yarası mütemadiyen.
Kafası karışmıştı, başı dönmeye başladı; kolunu omuzlarına dolar “Yapma çocuğum…” derdi olsa Yaradan’ı. Hep şu aile filmlerinde çocuğunu kollarının altından tutup kaldıran, havada bir süre döndürüp sonra kucağına alan baba modeline benzetmişti Tanrı’yı. Düşmanı değildi asla, dostuydu onun hep; her canı sıkkın olduğunda onu dinleyen dert ortağı. Defalarca özür diledi yapacağı şey için ondan. Affetmeyecekti belki ve haklıydı da ama fark etmezdi artık. Af dilemiyordu, özür diliyordu sadece; üzgün olduğunu söylüyordu ve onu gördükçe, işittikçe Tanrı da üzülüyordu. Her bir zerresini özenle yaratmıştı o kesilmiş bileklerin, damarlarında gezen her damla kan O ol dediği için olmuştu. Acıdı, sitem duydu ama müdahale etmedi. Evladının aynı hataları tekrar tekrar yapışını izlemekle yetindi sadece. Tahmin ettiği kadar acımıyordu. Ürkek parmakları jiletin keskin yüzünde gezindi; "Ya şimdi ya da asla"...
Oysa bugünden aylar, pek çok günler önce, her şey bir kaç kelimeyle başlamıştı. Her şey kendi hastalıklı ruhunun kırık bir aynadaki yansımasının ete kemiğe bürünmüş hâline verdiği sözle başlamıştı. "Eğer toprak olsaydın" demişti "üstünde olmaktansa sırf sana daha yakın olmak için içinde olmayı tercih ederdim". Söz verilmişti, söz tutulacaktı. Dolapları kurcaladı ve bulduğunda aradığını, banyoya girip kapıyı kilitledi. Elinde jilet ve zihninde artık onun dünyasına doğmaktan vazgeçmiş güneş yılanının binlerce tasviriyle defalarca tekrar etti, içindeki tüm korku yerini dünyanın en kutsal acısına bırakana dek: "İnsan kan içinde doğar, kan içinde ölür" diye...

Tarihsiz yazı, tahminen 2006. Bayağıdır yazmıyormuşum, şimdi düşününce...

Herhangi Bir Şey

Oturmuş merdivene, seyrederken yârin kanlı gelmeyişini
Haşim olmak istiyorum
Olmak ya da olmamak, derken Hamlet
Deli, sadece deli, sadece şair
İçimdeki çöl büyüyedururken
Zerdüşt olmak istiyorum Tanrı dururken!
Zeus olmak istiyorum Olympos'un tepesinde
Poseidon sular altında ve Hades cehennemin dibinde
Çarmıhta İsa
Deccal sevişirken
Bir tanrı olmalıyım hayatta
ve yalnızca insan ölürken
Ama vampir olmak istiyorum öpüşürken
Bir kurtadam dolunayda
Şeytan olmalı gülünce, insanın gözlerinde
Ve bir melek gene yatağa girdiğimde!

2006 (tarih atmayan benden nefret ediyorum)

23 Eylül 2008 Salı

His/Sis

Bu gece ya sigara daha acı
Ya da ben daha üzgünüm, arkadaş
Belki hava da daha soğuk
Ya da ben daha çok korkmuşum karanlıktan
Saatler önce batmış güneşim
Saatler sonra gene mi doğacak?

Umarım hâlâ yaşıyor olurum sabaha
Gerçi onu da Tanrı bilir
Yıldızlarım sönükleşmiş sanki
Daha kara bir sevdaya da
Düşmüş olabilirim
Köpekler uluyadursun sokaklarda

Sesim çıkmaz benim
Çünkü yaşadığım ana ait değilim
Bir duman bulutu içinde kaybolmuşum
Bak ellerim de titriyor
Üşümüşüm, yanmışım, küller yağıyor
Yaz geleli çok oldu
Yağmur düşmeyeli üstüme

Arabalar geçiyor uzaklardan
Binip gitmeyi çok isterdim birine
Uzaklarda olmayı ben de
Kalbim başka yerde atıyor
Toprağa daha yakın, ruhuma daha uzak
Bir yerde.
Rüyalarımda gördüğüm yerde

Tanrı bu kadarını nasip etmiş
-se eğer, en doğrusunu o bilir.
Şu an orada değil de buradaysam
Kendi istediğim için değil.
Kağıt, kalem, küçük bir fener elimde
Demek ki böyle olması gerektiği içindir.

Neyi saklayayım, neyden korkayım?
Kaçıp döndüm işte sığınağıma
Gerçeklerden beni koruyacak gibi
kapayıp kapıları gene dalmış derinlere
Ben şairim, ben aşığım, ben deliyim
İtiraf edeyim, inkâr edeyim
Ruhumu çekip çıkarayım kutusundan
Dayayıp ağzıma, yakayım ucunu
İçeme çekeyim tekrar, aidiyetine.

Başka yer yok gidecek
Kıvrılmış yatıyorum kabuğumun içinde
Bir inci saklıyorum
Sıkıca kavrayıp bacaklarımla karnım arasında
Uyandığımda birbirine kenetli ellerim
Boşluğun varlığı avuçlarımda
Zorluyorum geri dönmek için
Gece yarım yamalak düşlerimin kuytusuna

Yok, yok, güneş doğalı çok olmuş
Arabam dönmüş eski balkabağına
Ama gün doğar, gün batar
bak gene doğacak
Gece kurulacak sığınağım
Çer çöp, tütün kokusu ve Tanrı'nın dizleri arasına
Midem tekrar bulanacak
Tutatacağım kendimi boşaltmamak için içimi
Yuttuklarımın içinde yuvarlanıp gideceğim
Yumruklayacak duvarları, pes edeceğim
Oturacak yere, uykumun gelmesini bekleyeceğim

Ne zaman ki, kapanır gözlerim
O zaman başlayacak gerçek dediğim
Bir düş tutacağım senin için!
Kimsenin göremeyeceği bir tane, kendimden başka
Görse de gülüp geçeceği
Hadi canım, sadece bir deli, diyeceği.
Evet, deliyim. Evet, şairim.
Evet, hâlâ canım yanabiliyor her şeye rağmen.

Hâlâ mı yaşıyorum?
Kalkıp dua etmek gerek öyleyse.
Çünkü yokken yarından yana umudum
işte yıldızlar yerli yerinde
Öyleyse daha yaşayacağım
Daha görecek düşlerim varmış demek ki benim
Daha yazacaklarım var, daha söyleyemeyeceklerim
Sadece deliyim bu gece
Sadece şairim
Sadece senin içinim...

8/7/06
Cts(03:07)y

Küçük, Yaşlı, Altın Çınar

Ben dünyanın en uzak ucundaki
En ufak altın çınarım
Bin yıllar olmuş kök salalı toprağa
Kırılganlığındayım hâlâ bir filizin
ve gözlerine sahip bir puhunun
Kapadığım gözler, şafak kızıllığına
İlk ürümesiyle kurtların, açtığım...
Ben, burada, sonuna dek seni beklerim!
Merak etme, gidecek değilim bir yere
Çukurda bir ayağım, sırtımı dağlara vermişim
Öyleyse değmeyin keyfime gene!

Uzanmış ellerim güneşe ermeye
Bilsem de ayın daha yakın olduğunu
Yuvana bak, bir minik serçe, ta en derinde
Hiç korkma!
Yapraklarım olacak beşiğin
En güzel düşlerini koruyacağım soğuktan
En masum yalanlarını saklayacağım kovuğumda...
Bir yara açtım zannedeceksin,
Bir yuva açacağım düşmeden kanatların,
Eğilip tutacağım her rüzgarda elini,
Okşayıp geri koyacağım kaygısıyla incitmenin...
Sonra biraz ağlayacağım
Beni, kırdım, sanacaksın
Güzelliğinden bahsedeceğim bense yağmurun...

Gün olmuş, büyüyeceksin
Büyücek kanatlar sırtında, ne üşüyeceksin
Sıyrılıp yalnızlığımdan, silkineceğim
Gelince zamanı, kuş yuvadan düşecek
Gözden düştüğünü düşüneceksin
Daha yaşlı bir çınar olacağım ben
Daha güçlü çırpınacak kanatların
Herkes, bir zamanlar bir ulu çınar, diyecek
Yüz mü çevireceğim
Hâlâ geceleri ağladığımı dünyanın en uzak ucunda
Göremeyenlerden...

9/7/06
Pzr 01:05(y)

Bir Yağmur Şiiri

Ağaca takılı kalan uçurtmaları sevmiyorum
Tellerde asılı kalanları da
Küçük ve büyük su birikintilerini
paçalarıma sıçrayan çamurları
ve dallardan damlayan kirli suları
şu havadaki yanık kömük kokusunu
-içemediğim sigaraları hatırlatıyor-
damlaların kağıtta bıraktığı halkaları
dağılan mürekkebi de sevmiyorum
buğulanan camları, camları karalayanları
toprak, yaprak kokusunu da
birikintilere düşen tanelerin genişleyen iriliğini
şu hava, şu su, şu toprak, şu yaprak birliğini
oradan oradaya zıplayan kurbağaları
hafiften titreyen, çelimsiz dalları
ve en çok,
en çok şemsiyeleri sevmiyorum
şemsi seviyorum ben
şemsin yüzünde gördüğüm çehreni
ve sularda kımıldayan,
bulanık, puslu seni...

12 Aralık 007
13:38
Çarşamba

Okulun arka bahçesi

Mavinin ve Hüznün Bir Hikayesi

Havada asılı kalmış karamsar bir sessizlik
Ateş almaya dahi oynamayan dudaklar
Kime yöneldiği belirsiz bir gürültü
Çok insanın neden olduğu bir yalnızlık hissi
Yalnız kalmayı da sevmiyorum, seni de.
*
Kendi kafasında fazla büyümüş insancıklar
En çok reddettiğinden insan en çok korkar
Yanlış yola sapmış pek çok yoğun ilgi
Sadece görmemek için kaçır gözlerini
Mecbur değilsin istemediklerinden
*
Tek noktada sabit, ürkek?, saplantılı bakışlar
Kim karanlıkta aradığı gözlerinin?
Kaç, git, yalnız bırak ki
İçinde konuşlanan sis bulutu dağılsın
Bırak parlasın kaçak gözbebeklerin.
*
Sırtı dönük demek kör demek değil ya
Sen ardında saklanırken hep bunu biliyordu
Şimdi geri dönmek gerekirken saate
Sürüyerek ayaklarını çök eski sandalyeye
Bir yudum al ki, dünya dönmeye başlasın
*
Köpek gibi takip etmek isteyedur sen
Bir dost onu alan, bir ne seni alıkoyan
Aynaya bakma fırsatın oldu mu hiç bir an
Bir neden daha bul gelmesin diye
Tanıştığına memnun oldun. Mu?
*
Dik gözlerini iğne iplikle neşeli kostümüne
Ya sen kaç kez nefret edildin?
Sinyallere bir cevap, yok yaşam belirtisi
Bir umut ışığı, bir dolu su
Ve içine bir bir düşen hayaller
*
Bilmem hiç söylediler mi ama çok güzel gözlerin var.
*
Bir yazım geçti tavan arasında
Hamam böceği gibi tepindim kağıtlar arasında
Evet, ikiyüzlülüğün anlamını bilmiyorum
Çünkü değilim, bilmezsin, ama ben...
Ne şairim, ne deliyim, yalnız ölüyüm bugün.
*
Bütün bir yaz bunu düşünüp durdum
Yazılar yazıp sakladım hepsini
Bir beceriksizlik içinde sakladıklarım gibi
Şimdi sapır sapır dökülürken hepsi
Ben bu gece mürekkep ve kan kaybediyorum
*
Zaman en iyi ilaçmış, sandım
Zaman sanki gerçekten de varmış, sandım
Pek çok hata yaptım, pek çok kez yanıldım
Özür diledim fakat kabul etmedin
Yorgun düştüm çabalamaktan ve düştüm.
*
Başka bir yaştan yeni bir hayat umdum
Tam her şey değişti derken, düştüm
Karasevdanın en ıssız kuytularına doğru
Fark etmek upuzun sürdü
Zaten bir yararı da artık yoktu
*
İzledim seni göremeyeceğin kadar uzaklardan
Yanımdayken açıp gözlerimi bakmaya korktum
Tek söz edemedim, sözümde duramadım
Bir yangın çıkartamaya çalışırken
Betonun yanmayacağıydı unuttuğum.
*
Ya hiç anlamadın ya umursamadın
Becerememek fırsat varken ellerimde
Kaçtığım neydi ki kendi gururum hariç
İzledim seni başkasını yapamadığım için
Gözkapaklarımı dikmek şimdilik bana yeter
*
Uzaklaşmak, çok çok uzaklara gitmek
O kadar uzak ki, Tanrı bile bulamayacak
Ya da biz aramayacağız bir tanrı
Teist bir kafa olmayacak
Kendinden kaçarak nihaî sona yaklaşmak
*
Uyku namına tek şey de beşinci çeyreğe atmış kendini
Geceler hiç bu kadar gündüze benzememişti
Hiç uyanmamak üzere inanmak bir yalana
Ben sendelerken, sen kıyıya vardın
Uçurumsa ancak senin kadar bencildi
*
Gülüş ve unutuş, derdi Kundera
My life has reached its darkest era
*
Yemek yerken, içerken, sızarken
Uyumazken ve uyanamazken
Suratında o en neşeli masken
Kızarken sen, ben sakinim her şeye rağmen
Yüzüne tükürmek istiyorum aam bakamıyorum yüzüne.
*
Dünya dönerken kendimi ayakta tutamadım
Sonbahara ağladım en çok, o da düşüktü
Ben kendimi bile hayatta tutamadım
Ama başkasının ellerini tuttum düşerken
Kuratardım benimki hariç tüm hayatları
*
Kimini kan tutar, beni dünya tuttu
Görse Tanrı'nın gözleri yaşarırdı
Ziyaretçim olan küçük siyah meleği
Ben hayal görmüyorum, görmüyormuş gibi yapıyorum
Kendimden korkumdan kırmam kanatlarını
*
Your heart is our of reach
Your soul remains untouched
Your eyes can make me bleached
They make me turn blue
And then knives make me bleed
*
Kulaklarım çok keskin, duvarlar çok şeffaftı.
Jilet daha keskindir ama bıçak daha çok acıtır
Ve jilet kalleşken, bıçak fazla cesurdur
Duymazdan geldiğim sözleri etime kazıdım.
Unutmamak için kıyısında dolaştığım sonsuza kadar
*
Küçümseyen gözlerini sil üzerimden
Peki ya sen biliyor musun kim olduğunu?
*
Kendime bir kanıtım var, yarı hayvan, yarı tanrı
Antik, gene de etik değil, lanetlenmiş zihnimde
Gerçekten inanıyor muydum, ne kadar ardındaydım
Düşünüyor muydum yoksa konuşuyor muydum?
Kanıt orada, kutsal acının kökeninde.

kalıp

Ne kadar acı çekmiş ve yalnız da olsan
O kızın kayıp olduğunu unutma
Ne kadar umursamazsan da
Bir parça arıyor kendine
Ama yanlışlıkla senin içinde
Nefret ettiğin yanını bulmasına izin verme
Korktuğunu almasına da

O daha küçücük ve savunmasız
Yelkenlerinden soyunursa karşında
Ona, fırtına olma
Henüz farkında değil kendi kaybedeceklerinin
Bundan senin kayıplarına ağlaması
Gece uyanmadan git buradan
Kolay uyumaz bilirsin

Kan görmeye alışana kadar bekle
Öldürmeyi bilmez, sadece ölmeyi...
Ürkütür karanlık, çökme.
Avucunda tuttuğun kadar hayatta tutacaksın güneşi
Fedakar oldukça sonsuz...
Huzur ve kusurlarına da bak
Ancak onlar seni insan yapacak
Ellerinden tut, ki düşmesin...

üç dört taneden, ilk saklı şiir

istemez miydim ben
her akan suyu duymak
hissetmek içimden geçen her taşı, her ağacı
her yaprağın dokunuşunu vücuduma
ve bir vücudum olomamasını
ki tek vücut olmayı
içimden geçen kuşu isterdim
kayaları kum etmek
ve okşamak her kum tanesini
hem sonra sen
senin tenine dokunmak her milimimle
ellerimle sarmak etini
ve hoşuna gitmesi bunun
hiç gitmediği gibi
ben olduğumu bilmeden
ki zaten ben olmadan
senin soluğunda varoluş
hem rüzgar mizacıdır
soğuktan sıcağa esmek
dıştan içe almak, doldurmak seni
ellerinle tutamadığın fakat tutunacağın
bir hiç olmak ellerinde
bir ipek gibi gerilip düşmek üzerinden
toprakta emilip yok olmak
esip gürlemek sonra
dudağının kenarında asılı kalan bir gülüş
gözünün kenarına takılı kalan bir yaşta,
her yaşta

9 Kasım 2007
10:06
Elif İrem

İnsan

Kızıl eylülüm...

Doğduğum zaman, ait olduğum yer.

Ne karanlığın ne aydınlığın üstün gelebildiği

o günüm.

Siyaha yakın ama beyazı da inatla hep barındıran
içinde,

bir griyim.

Bir yıl daha mı olmuş?

Ölüme yaklaştığıma mı sevineyim ben,

ya da üzüleyim kendimden uzaklaştığım için...

İnsanım,

yaşamak için yaratıldığım yanılgısına kapılmışım

diğerleri gibi.

İnsanım, çünkü Havva'dan beri kırık kanatlarım

ve kapalı gözlerim gerçek olana.

Kolay ile doğru arasında seçim yapmak mı zorundayım?

Öyleyse, ben kolay olanım, çünkü ben insanım

ve bir yaratığım yaratandan önce.

Bir tanrıydım oysa, gün doğmadan önce.

Bir ruhum var, etten önce,

çünkü ben insanım,

bazen sanki gerçekten de var olduğumu sanırım.

Suçlayan gözlerin sancısı artar mütemadiyen,

acıyan gözler çevrilirken yaralarımın üzerinden.

Kanar ellerim, avuçlarım

camdan hayallerin kırıklarından.

Yumarım gözlerimi aynalara,

çünkü ben insanım,

en çok kendinden korkanım.

Bir Yol Şiiri

Birbirimizden yollar, ardından dağlar
ve yine yollar kadar uzakken
"rağmen" duyduğumuz yalnızlık hissi
Aylar ardından saatler ve nihayetinde
aslında var olmayan,
fazla izafi zaman kadar yakınlaşmışken
Ruhunu bir yerlerde unutmuş, aceleyle düşürmüş
hiç olmadı inkar etmiş gibi
Bir ırama veyahut hasret güdüsüne bıraktı yerini.
Öyle ki, hiçbirinin gerçek olmadığını sanırsın.
Sürülen otobanlar, basıp geçilmiş tarlalar aslında.
Sürülmemiş tarlalar ve basıp gittiğimiz asfalt değil.
Ve bu ironinin kalbine tuğladan ev yapmış insanın yalnızlığı
en plastik olanı.
Yön tabelalarını tepetaklak etsen de kaybetmezsin yolunu.
Ben bugün bunu öğrendim.
Zaten bilmediğimden değil hani.
Bu da şunu söyler:
hayat dediğinde işe yarayacak hiçbir şey öğrenmedim.
Ama hayallerimi daha bulanık renkli
ve cümlelerimi daha anlaşılmaz,
yazdığım hikayelerimi ve bizzat kendiminkini
daha karman çorman kurabilirim.
O zaman şiirlerim İstanbul'a benzer,
becerebilirsen insan bul!
Latife ediyorum, ya da mübalağa...
Ama ne yalan söyleyeyim
İstanbul'u özlerim
Ve insan özler duyduğunu yazar
Yazar yazmazsa gerçekleşmeye başlar
tüm rüyalar.
Gel gör ki,
benim mizacım İzmir gibidir.
Yazı sıcak, kışı ılık, rüzgarı beter.
Çık çıkabilirsen işin içinden...
Yol dediğin güzel şeydir, vesselam,
sonsuzluk hissi verir,
alır götürür adamı.

28 Temmuz 07
17:50
Bursa'ya gelmeden

Çünkü

Çünkü kendimi duvarların ardına saklamak istemedim
Yılların ardına
Şimdi ağlayacak kadar deliyim
Ağlamadığımı iddia edecek kadar...
Gizlemeyecektim kendimi
Bir başka hayalin, umudun, ölümün gerisine
Solduğumu, silikleştiğimi, ağardığımı görüyorum
Şeffaflaşma, camlaşma
Berrak, boşluk kadar berrak
Hiç kimse kadar büyük
Sonsuzluk kadar derin
Bir parçasını kaybettim
Geri kalan bir parça aklımdan
İnandırmak üzereyim hiç olmadığıma
Hiç olmadım.
Kanayadururken sen
Kanaya
Kana...
Ya!

Düş

Bak şimdi! İki kişi var, biri genç bir kız, biri erkek. Yürüyorlar yolda, birbirlerinden habersiz. Kız okuluna gitmekte aslında, üniversitede ilk senesi, yabancı bir şehirde. Kafasında bin türlü şey, burs kazanmış da öyle okuyor. Ailesinin onu okutmak için yeterli maddi gücü yok, seviniyorlar kızları için, “Onun kaderi değişti.” diyorlar. O da boyuna düşünüyor, ya alamamış olsaydı o bursu, şu an ne durumda olurdu diye. Bir kız biliyordu eski mahalleden, liseden terkti. On dokuzuna gireli olmuştu daha sadece üç hafta, evlendirdiler. Abla dediği bir kızdı, anne oldu bir yıl içinde ve bir yıl içinde de ziyan oldu gitti. Ayyaştı kocası, dövüyordu, sövüyordu mütemadiyen. Kız ne yapsın, kime gitsin? Sen olsan ne yapardın ki onun yerinde? Hiçbir şey. Kaderlerini ayıran ince çizgi var ya, neredeydi o? Kadının yerinde kendisinin olmasına engel olan kudret, nasıl karar veriyordu buna?
Bir de erkek vardı ya bahsettiğim, o da yürüyor işte başka bir semtin başka bir sokağında. Bir yandan da siniri bozuluyor beyefendinin, alışkın değil ki yürümeye. Peder onu hep özel şoförüyle bıraktırırdı istediği yere. Daha yeni girmişti on sekizine, bir geçsin şu ehliyet sınavından, iki sene önce hediye gelen spor arabasıyla yolların tozunu attıracaktı. Hadi kendi muhitinde olsaydı iyiydi de bilmediği bu garip gecekondu mahallesinin hayvan dışkısı kokan sokaklarında işi neydi? Nereden girmişti ki şu yola dosdoğru yolundan gitmek varken? Ne demişti atalarımız, en kısa yol bildiğin yoldur. Çok saçmaydı şu atasözleri falan, hep çelişiyorlardı birbirleriyle. Yaşlılara göre işlerdi böyle laflar kullanmak ama böyle uygun da olabiliyorlardı durumuna göre. Hızlandırdı adımlarını, tekinsiz görünüyordu bu yerler ona. Yanından geçen her adam potansiyel bir hırsız veya katildi muhakkak, ne beklenirdi ki gece kondu insanından? Peder yıllardır bunları devlet arazisinden kazımakla uğraşıyordu zaten, bir gecede diktikleri hayatları bir kazmayla yıkılıyordu üstüne basılmış karınca yuvası gidi. Ama bunların hepsi müstahaktı onlara, sadece en güçlü olanın hayatta kalacağı bir dövüş ringiydi sonuçta bu dünya.
Saat kaç biliyor musun? Sabahın 8’i daha, kızın daha yarım saatlik yolu var, dersi de kırk dakika sonra başlayacak zaten. Sadece yabancı dil görüyor bu sene, hazırlık. Defterlerini sıkıştırmış kağıtları soyulmuş klasörünün içine iyice, klasörü de kolunun altına. Kalemleri, silgisi cebinde; sözlük desen kalınca bir şey, sığmaz klasöre. Koymuş onu da bir torbaya, almış diğer eline, yürümeye devam ediyor hızlıca. Kaldığı yurdun okulundan bu kadar uzakta olmasına da söyleniyor biraz ama bursuyla kalabileceği en iyi yer orası. Tuvaletin kokusunu duymadan yemek yiyebileceği yurtlar da var elbet ama parası olanlara sadece. Cüzdanın kalınlığıyla orantılı bir sınıf sistemine sahip ülkesi onun, neredeyse her şey yasalarca serbest ama örf ve adetlerle yasak bu yaşlı topraklar üzerinde. Ona böyle öğretilmişti çocukluğundan beri, “Allah aşkına, el alem ne der sonra?” asla sormamıştı el alemin ne diyeceğini, merak da etmiyordu, umurunda da değildi aslında. Sana bir şey söyleyeyim mi? Bence haklıydı, yani dünyadaki herkesi mutlu edemezsin, değil mi? Bir kere geliyoruz şu dünyaya, hayat başsız sonsuz da değil, her gün görüyoruz, duyuyoruz onlarca ölüm. Mesela geçende bir kadın vardı ya uzak akrabalardan, ölmüş hani. Düşünüyorum da acaba o gün öleceğini bilse en son yapmak isteyeceği şey ne olurdu ya da hangi yapamadıkları için pişmanlık duyardı? Kendini düşün, ne yapmak isterdin yarın göçüp gidecek olsan ve biliyorsun ki bu yolun sonu var, o yolun yok… Neyse ben devam edeyim kaldığım yerden, sınıf sınıf insanlar, kasaptaki etler gibi ayrılıyorlar birbirlerinden. Yağlı, az yağlı, kıyma, kuş başı, döş ve bildiğin gibi işte.
Neyse işte, kız devam yürümeye. Yol var, geçecek karşıdan karşıya sağına soluna bakmadan , kafası o kadar karışık ki! O sırada da bir araba gelmekte son sürat, içindeki şoför kendinden geçmiş durumda neredeyse. Karısı yatıyor arka koltukta, hamile. Suratı kıpkırmızı haykırıyor durmaksızın, adam iyiden iyiye geriliyor. Karısının son çığlığı öncekilerinden daha şiddetli, dönüp bakıyor arkasına. Kırmızı yanıyor yayaya ama kız gecikeceğini anlayınca okuluna, takmıyor, adımını atıyor yola, sonra bir adım, bir adım daha. Hamile kadının artık dayanacak gücü kalmıyor, düşüyor kafası omzuna, nabzını kontrol etmek için uzanan kocasının elleri çekiliyor direksiyondan sadece bir an için.
Genç çocuk dolana dolana, sonunda buluyor bu gecekondu cehenneminden çıkış yolunu. Şehir merkezinden uzakta kurulu bir özel hastanenin yeşil cam kaplı ön cephesini gördüğünde hemen anlıyor hangi yönden gideceğini. Çocukluğu bu hastanenin bahçesinde geçmişti neredeyse, ama o zaman henüz inşaat halindeydi. Babası binanın müteahhidiydi, yaptığı en büyük işlerden biriydi.
Kız gelmiş yolun ortasına, yorgun oldukça. Klasörü gittikçe ağırlaşıyor ve daha çok zorluyor çelimsiz kollarını. Lastiği gevşeyen klasör açılıyor o an ve dökülüyor içindeki kitaplar, kağıtlar yere. Sağına soluna bakıyor önce kız, etrafta hiç araba olmadığını görünce eğilip toplamaya başlıyor. Zaten sabahın o saatinde bu muhitin yollarında araba ne gezerdi ki?
Karısın, daha doğmamış çocuğunun hayatıyla bu genç kızınki arasında tercih yapmak zorunda kalsa, hangisini seçeceğini biliyordu ama çarptığı kız, daha çok gençti o da. Ama bilemezdi, tabii ki de bilemezdi. Eğilmiş, öylece duruyordu kız yolun ortasında. Belki de çok ağır yaralanmamıştı kız, çünkü son anda frene basmıştı. Durup inmek için zamanı yoktu, bu yaptığı için sonsuza dek pişmanlık duyup kendinden nefret edeceğini biliyordu ama elinden gelen başka hiçbir şey de yoktu o an.
Genç birkaç dar sokağı da atlattıktan sonra ana caddeye çıkıyor, hemen karşısına dikiliyor hastane tüm heybetiyle. Tam yola adımını atacakken, işte tam o an telefonu çalıyor. Geri çekilip aranmaya koyuluyor ceplerinde, kim bilir nereye koymuş yine o aleti. Önünden bir araba öyle hızla geçiyor ki neye uğradığını şaşırıyor resmen ama çabuk toparlanıyor. Acil bir durum olmalı herhalde, hastanenin ana kapısından geçip bahçeye giren arabadan bir adam iniyor ve bağırmaya başlıyordu feryat figan.
Koşuyor hemencecik ve geçiyor caddeyi, arabanın aynına vardığın arka koltukta yatan hamile kadını fark ediyor, baygın. Hastane çalışanlarından ikisi bir sedyeyi iki ucundan tutmuş, sarsa sarsa getiriyorlar. Genç, panikten zangır zangır titreyen bu adamla beraber kadını kucaklarına alıp sedyeye kadar taşıyor. Beklenmedik bu yardıma şükran duyan adam gence teşekkür ediyor kısık bir sesle ve karısını taşıyan adamları takip ediyor kapıya kadar, içeri giriyor ve kayboluyorlar gözden. Sadece gülüyor genç ve devam ediyor yoluna.
Demiştim ya hani, iki kişi vardı, bir kız ve bir erkek. Aslında mesele bu değil. İkisinin de kim olduğu, nereden geldiği, nereye gideceği de. Zenginmiş, fakirmiş, yürümüş, koşmuş… Hiçbiri, hiçbiri sorun değil. İnsanlar dökülen yapraklar gibi bir düşer bir kalkarlar. Yolcu herkes bu dünyada, sonu ölüm olan bir çizgi üzerinde bir adım ileri bir adım geri, böyle yaşarlar. Altında ağ olmadan, havada bin bir hareket yapan, insanları eğleyen ip cambazları gibi, elimizdeki sırığı tam ortadan tutup tutamadığımıza bakar sadece hayat. Bak şimdi, asıl olay ne biliyor musun burada? O kitaplar var ya, yere düşecek mi düşmeyecek mi? Ya da hamile kadının başı, omzuna düşecek mi; yoksa dimdik mi hâlâ?

Toplumsal Devinim ve Putataparlık

Paradigmalar birbirlerinden daha iyi değildir. Zamanın şartları doğrultusunda birbirlerinin yerini alırlar ve bu önsüz sonsuz bir çemberdir Antiklerin Güneş Yılanı ya da aşkın sonsuzluğunun sembolü olarak hayatımıza sokulan Mısırlıların yüzükleri gibi.

Şimdi zaman değişti diyorlar. Darwin’in ispinozları artık bize yol gösteremiyor. Bir asrı yerinden oynatamıyor. Peki zaman değişir mi? Zamanın izafi bir kavram oluşundan ötürü, aslen onu var kabul eden insan değişmiştir fikrimce. Yüz yıl öncesinin insanıyla şimdiki insan arasında insanlık özellikleri bakımından birkaç küçük gelişmeyi saymazsak bir fark olmamış; fakat zihniyet ve ego algısı hızlanan bilim sürecine eşdeğer bir hızla farklılaşmıştır. Var olanı sindirip, eskiye dönüş yapma ihtiyacı duyulacak kadar ileri gidilmiştir bu alanda.

Oysa Nietzsche’nin yazıları doğrudan ithaf ettiği “en azlar”ın hâlâ en azlar olmaları, asıl beklenen ilerlemenin henüz kaydedilmemiş olduğunu kanıtlar. Kendi ırkını kemirerek beslenen homo sapiens, henüz medeniyeti tamamen yok etmeyi başaramamış, bu yüzden yenisini kurarken zorlanmaktadır. Eski putlarına hâlâ gözü gibi bakmaktadır o.
Kutsal kitap kabul edilen yazıtların bile birbirlerinin devamı şeklinde, özü koruyup, yeni eklemeler yaparak varlıklarını yok edilemez kılmayı amaçladılarsa da; insanlık bilimde 10 yıl ileriye, kültür ve modada 10 yıl geriye doğru bir eğilimdedir. Modern zamanların törpülediği doğalcılık yerini etki-tepki yasasına dayanarak gerçeküstücülüğe bırakarak; sistemin çarkları arasında sıkışanların patlayıp, sistem araçlarının temizleyemeyeceği bir –sözüm ona- pislik yaratmıştır.
Kubrick’in şaheseri “Otomatik Portakal”da çalkalanan toplum önce Alex DeLarge adında bir cani kusmuş, sonra onu kendine benzetmiştir. Buraya kadar günlük rutinlerimizden gibi görünen olayı, aynı toplumun kendi içinden gelen ve özele indirgenince her bireyin sahip olduğu bastırılmış yan olan bu karakteri başka bir şekle sokmuş olmasından duyduğu pişmanlığın edime dökülmesiyle son bulur. “İnsanlaştırılan” Alex, tekrar canileştirilmiş ve kısa bir sekteye uğrayan nehrin akışına tekrar “izin” verilmiştir. Çünkü o nehirde yıkanan, toplumun bizzat kendisidir. “Sapkın” addedilen karakterin doğası, yeniden kaderi olmuştur. Zira, yönetim yani karar mercii değişmiş ve değerler de, onları öyleymiş gibi kabul eden “insan”la beraber değişmiştir.

İngilizler “Görmek inanmaktır.” derken, gördüklerinin gerçekler olmayabileceği ihtimalini göz ardı etmiş olmalılar. Çünkü aynı Alex’e bakan iki farklı gözün göreceklerinin birbirinden bu denli farklı olacağını bilseler, ağızlarını açmamayı tercih ederlerdi. Bir şeyin “öyle” olduğunu varsayarak yola çıkan bilim adamının körlüğü, geleneklerin nehrinde yıkanıp temizlenmeyi bekleyen insanınkine çok benzer ve Hugo’nun “Sefiller”inde dediği gibi “En korkunç hayvanlar, kör hayvanlardır.”. Örneğin, bir insanın kasten adam öldürmesi kabul edilebilir, daha doğrusu anlaşılabilir bir durumdur. Fakat sebepsizce cinayet işleyen bir “ademoğlu”na ne yapılabilir, ne söylenebilir? Bu durumu açıklayacak, değişik çıkış noktaları ve değişik tezleri olan onlarca teori arasında hiçbirinin kanıtlanamamış, kanıtlanamaz oluşu, amaçsız eylemin tahmin edilemezliği ve kişinin neye, nasıl baktığının tüm evreni tepetaklak edebilecek oluşudur, hâlâ “en azlar”ın en az oluşunun sebebi.

Paradigma kavramını açıklarken kullanılan gemi-deniz feneri örneğinin temel taşı da budur. Yan yana duran iki kişinin bile algıladıkları farklı iken, karşı karşıya duran ve biri kendi gerçeklerinin, diğeri kendi inançlarının üzerinden yükselen iki kişinin gördükleri fotoğraf negatifleri gibidir. Farklı noktalardan çıkıp, aynı yere ulaşmış kişiler dahi, birbirlerinden yürüdükleri yol medeniyle ayrılırlar. Çünkü ne derler; ana bile ters gösterir ve bu sırada Bukowski’den bir alıntıyla ona bakanın hâline güler: “Bana yukarıdan bakarsanız bir pislik görürsünüz, aşağıdan bakarsanız tanrınızı görürsünüz ve eğer karşıdan bakarsanız kendinizi görürsünüz.”

Oğuz Atay’ın, “Ne yapalım, herkesin hocası Platon olmuyor!” derken, herkesin Aristo olamamasına dair bu kadar basit bir açıklama ortaya koyması daha da gülünç, değil mi? Varoluşçu bir oksimoronla, insanın “özgürlüğe mahkum” olmasının önündeki engel yalnızca Platon’sa, yıkın gitsin. Atılan her adımla, başkalarının söyledikleri, yazıp çizdikleri, koydukları kurallarsa takip edilen, o yolun yürünmesine gerek yoktur. Çünkü bir kez bile başarılmış bir eylem, teknik olarak sonsuza dek başarılabilir ve olası kabul edilen bir eylem ise, toplumun tahmini doğrultusunda ilerlemeye mahkumdur. Bu da, aslında ilerliyor gibi görünürken yalnızca birbirinin boşluğunu dolduran Güneş Yılanı’nın bir yansımasıdır. Getireceği şey de, sonsuzluk değil yalnızca bir devinim olacaktır.

Bu nedendendir ki, var olanı yıkmak ve yerine yenisini koymak amaç olmamalıdır. Yapılması gereken, var olanı yıkmak ve yerine “hiç var olmamış olan”ı koyabilmektir. Üzerinde durduğumuz ve üzerlerine bir uygarlık inşa ettiğimiz putlar, böyle bir ağırlığı taşıyacak güce ve niteliğe sahip değillerdir. Bu putların içi boştur ve çatırdamakta, parçalarını etrafa saçmaktadırlar. Sanılmasın, ki onlar yıkıldığında, insanoğlu boşluğa düşecek. Hayır, aksine, insanlık ilk kez kendi ayakları üzerinde duracak ve kendi omzundan güç alarak yükselecektir. O zaman ki, Nietzsche, var olmayan insanlara hitap etmekten kurtulacaktır. Çünkü, “ölülerin son ödülü bir daha ölmemek” ise, yaşayanların ödülü yaşıyor olmaktır.


Bu benim TFK Felsefe Olimpiyatı 2008'de 37. olmuş yazım. O yarışmada yüzüğümü kaybetmiştim, hâlâ içim yanar. Aynını bulamadım bir daha...