24 Eylül 2008 Çarşamba

KAN

Babası saatlerdir kapıyı yumrukluyordu, cevap almaktan ümidi kestiğinde kırdı hızlı bir tekmeyle kapıyı. Gördüğü karşısında düşünebildiği tek şey "Bu gerçek olamaz"dı. Yerde yatan zavallı et yığınının dudaklarından çıkan son sözler, insanın kan içinde doğup öldüğüne dairdi; sonrası sonsuzluk. Kanıyla yazdığı kelime güneş yılanı gibi bir parlıyor bir sönüyordu . Parmak izlerini taşıyan ve bazı yerlerinden taşmış, kusurlu kelime tanrısallaştırdığı bu riyakar yılanın da aslında o kadar mükemmel, o denli kusursuz olmadığını hatırlattı ona. Başını dayadı soğuk mermere, saçlarında ve teninde dalda dalga yayılıyordu kızıllık.
Ağlamaya başladı, acıdan değil, pişmanlıktan asla; sadece korkudan. Her şey bittikten sonra, peki o zaman ne olacaktı? Düşünmek istemiyordu artık, tüm günleri, tüm kabusları bu ölüm oyunun tekrar tekrar sahnelenmesiyle cehenneme dönmüştü. Yapmak değil yapamamak onu öylesine huzursuz ediyordu ki çok gecelerler ona yastık olmuş kitapların her satırını defalarca okumakla güne kavuşuyordu. Çok geceler, gece güne kavuştuğunda dahi o hâlâ güneşine kavuşamamış olmanın nefrete gebe bıraktığı kalbinde hissediyordu dışarı çıkmak isteyenin doğum sancılarını.
Doğruldu, etinin kırmızılığı çok yabancı gelmişti ona, bileklerindeki kesikler kalbine açılıyor gibi geldi bir an için. Bu kadar yaban bulduğu et, onun varlığının başlangıcından beri gül pembe derisinin altında gizlenmişti tüm ürkütücülüğüyle; acaba daha ne tür yaratıklar vardı içinde, daha derinlerde saklı? Bu kadar, işte bu kadar yabancıdır insanoğlu kendine; süslü deri kılıf sıyrılıp ortaya döküldüğünde sakladığı, o gün anca tanışır kendisiyle.Hâlâ elinde sıkı sıkı tuttuğu jilet iyice kana bulanmıştı, mor-mavi bir yansımayla, bebekler kadar huzurlu uyuyordu damarları. Dayadığında keskin ucu etine, önce direndi teni ama çabuk pes etti; geri çekilip düşmanın geçmesine izin verdi. Biri gitti, geriye kaldı yalnızca biri. Tam o an korkudan ölecek gibiydi, vazgeçmeyi düşündü. Gerçi artık geri dönme şansı yoktu ama ancak devam etmeyebilirdi, ama bu asla onun tarzı değildi. Başkalarına değil, kendine karşı küçük düşmek demekti verdiği kadardan geri dönmek.
Çizik üstüne çizik attığı bileği acemi bir heykeltıraşın yonttuğu, İsa’dan çok önceki zamanlara ait bir heykel gibiydi. Kanıyordu durmaksızın bir nehir gibi. Kulağına dayadığında, özlem duydukları dalgaları ona fısıldayan deniz kabuklarının sesini hatırladı. Küçük bir çocukken, duyduklarının dalgalar olduğuna gerçekten inanırdı, ama sonraları öğrenmişti ki sadece kanının akarkenki sesiydi deniz kabuklarının çığlığı. Şimdiyse köpük köpük, gürül gürül kanıyordu işte yarası mütemadiyen.
Kafası karışmıştı, başı dönmeye başladı; kolunu omuzlarına dolar “Yapma çocuğum…” derdi olsa Yaradan’ı. Hep şu aile filmlerinde çocuğunu kollarının altından tutup kaldıran, havada bir süre döndürüp sonra kucağına alan baba modeline benzetmişti Tanrı’yı. Düşmanı değildi asla, dostuydu onun hep; her canı sıkkın olduğunda onu dinleyen dert ortağı. Defalarca özür diledi yapacağı şey için ondan. Affetmeyecekti belki ve haklıydı da ama fark etmezdi artık. Af dilemiyordu, özür diliyordu sadece; üzgün olduğunu söylüyordu ve onu gördükçe, işittikçe Tanrı da üzülüyordu. Her bir zerresini özenle yaratmıştı o kesilmiş bileklerin, damarlarında gezen her damla kan O ol dediği için olmuştu. Acıdı, sitem duydu ama müdahale etmedi. Evladının aynı hataları tekrar tekrar yapışını izlemekle yetindi sadece. Tahmin ettiği kadar acımıyordu. Ürkek parmakları jiletin keskin yüzünde gezindi; "Ya şimdi ya da asla"...
Oysa bugünden aylar, pek çok günler önce, her şey bir kaç kelimeyle başlamıştı. Her şey kendi hastalıklı ruhunun kırık bir aynadaki yansımasının ete kemiğe bürünmüş hâline verdiği sözle başlamıştı. "Eğer toprak olsaydın" demişti "üstünde olmaktansa sırf sana daha yakın olmak için içinde olmayı tercih ederdim". Söz verilmişti, söz tutulacaktı. Dolapları kurcaladı ve bulduğunda aradığını, banyoya girip kapıyı kilitledi. Elinde jilet ve zihninde artık onun dünyasına doğmaktan vazgeçmiş güneş yılanının binlerce tasviriyle defalarca tekrar etti, içindeki tüm korku yerini dünyanın en kutsal acısına bırakana dek: "İnsan kan içinde doğar, kan içinde ölür" diye...

Tarihsiz yazı, tahminen 2006. Bayağıdır yazmıyormuşum, şimdi düşününce...

Hiç yorum yok: