23 Eylül 2008 Salı

Toplumsal Devinim ve Putataparlık

Paradigmalar birbirlerinden daha iyi değildir. Zamanın şartları doğrultusunda birbirlerinin yerini alırlar ve bu önsüz sonsuz bir çemberdir Antiklerin Güneş Yılanı ya da aşkın sonsuzluğunun sembolü olarak hayatımıza sokulan Mısırlıların yüzükleri gibi.

Şimdi zaman değişti diyorlar. Darwin’in ispinozları artık bize yol gösteremiyor. Bir asrı yerinden oynatamıyor. Peki zaman değişir mi? Zamanın izafi bir kavram oluşundan ötürü, aslen onu var kabul eden insan değişmiştir fikrimce. Yüz yıl öncesinin insanıyla şimdiki insan arasında insanlık özellikleri bakımından birkaç küçük gelişmeyi saymazsak bir fark olmamış; fakat zihniyet ve ego algısı hızlanan bilim sürecine eşdeğer bir hızla farklılaşmıştır. Var olanı sindirip, eskiye dönüş yapma ihtiyacı duyulacak kadar ileri gidilmiştir bu alanda.

Oysa Nietzsche’nin yazıları doğrudan ithaf ettiği “en azlar”ın hâlâ en azlar olmaları, asıl beklenen ilerlemenin henüz kaydedilmemiş olduğunu kanıtlar. Kendi ırkını kemirerek beslenen homo sapiens, henüz medeniyeti tamamen yok etmeyi başaramamış, bu yüzden yenisini kurarken zorlanmaktadır. Eski putlarına hâlâ gözü gibi bakmaktadır o.
Kutsal kitap kabul edilen yazıtların bile birbirlerinin devamı şeklinde, özü koruyup, yeni eklemeler yaparak varlıklarını yok edilemez kılmayı amaçladılarsa da; insanlık bilimde 10 yıl ileriye, kültür ve modada 10 yıl geriye doğru bir eğilimdedir. Modern zamanların törpülediği doğalcılık yerini etki-tepki yasasına dayanarak gerçeküstücülüğe bırakarak; sistemin çarkları arasında sıkışanların patlayıp, sistem araçlarının temizleyemeyeceği bir –sözüm ona- pislik yaratmıştır.
Kubrick’in şaheseri “Otomatik Portakal”da çalkalanan toplum önce Alex DeLarge adında bir cani kusmuş, sonra onu kendine benzetmiştir. Buraya kadar günlük rutinlerimizden gibi görünen olayı, aynı toplumun kendi içinden gelen ve özele indirgenince her bireyin sahip olduğu bastırılmış yan olan bu karakteri başka bir şekle sokmuş olmasından duyduğu pişmanlığın edime dökülmesiyle son bulur. “İnsanlaştırılan” Alex, tekrar canileştirilmiş ve kısa bir sekteye uğrayan nehrin akışına tekrar “izin” verilmiştir. Çünkü o nehirde yıkanan, toplumun bizzat kendisidir. “Sapkın” addedilen karakterin doğası, yeniden kaderi olmuştur. Zira, yönetim yani karar mercii değişmiş ve değerler de, onları öyleymiş gibi kabul eden “insan”la beraber değişmiştir.

İngilizler “Görmek inanmaktır.” derken, gördüklerinin gerçekler olmayabileceği ihtimalini göz ardı etmiş olmalılar. Çünkü aynı Alex’e bakan iki farklı gözün göreceklerinin birbirinden bu denli farklı olacağını bilseler, ağızlarını açmamayı tercih ederlerdi. Bir şeyin “öyle” olduğunu varsayarak yola çıkan bilim adamının körlüğü, geleneklerin nehrinde yıkanıp temizlenmeyi bekleyen insanınkine çok benzer ve Hugo’nun “Sefiller”inde dediği gibi “En korkunç hayvanlar, kör hayvanlardır.”. Örneğin, bir insanın kasten adam öldürmesi kabul edilebilir, daha doğrusu anlaşılabilir bir durumdur. Fakat sebepsizce cinayet işleyen bir “ademoğlu”na ne yapılabilir, ne söylenebilir? Bu durumu açıklayacak, değişik çıkış noktaları ve değişik tezleri olan onlarca teori arasında hiçbirinin kanıtlanamamış, kanıtlanamaz oluşu, amaçsız eylemin tahmin edilemezliği ve kişinin neye, nasıl baktığının tüm evreni tepetaklak edebilecek oluşudur, hâlâ “en azlar”ın en az oluşunun sebebi.

Paradigma kavramını açıklarken kullanılan gemi-deniz feneri örneğinin temel taşı da budur. Yan yana duran iki kişinin bile algıladıkları farklı iken, karşı karşıya duran ve biri kendi gerçeklerinin, diğeri kendi inançlarının üzerinden yükselen iki kişinin gördükleri fotoğraf negatifleri gibidir. Farklı noktalardan çıkıp, aynı yere ulaşmış kişiler dahi, birbirlerinden yürüdükleri yol medeniyle ayrılırlar. Çünkü ne derler; ana bile ters gösterir ve bu sırada Bukowski’den bir alıntıyla ona bakanın hâline güler: “Bana yukarıdan bakarsanız bir pislik görürsünüz, aşağıdan bakarsanız tanrınızı görürsünüz ve eğer karşıdan bakarsanız kendinizi görürsünüz.”

Oğuz Atay’ın, “Ne yapalım, herkesin hocası Platon olmuyor!” derken, herkesin Aristo olamamasına dair bu kadar basit bir açıklama ortaya koyması daha da gülünç, değil mi? Varoluşçu bir oksimoronla, insanın “özgürlüğe mahkum” olmasının önündeki engel yalnızca Platon’sa, yıkın gitsin. Atılan her adımla, başkalarının söyledikleri, yazıp çizdikleri, koydukları kurallarsa takip edilen, o yolun yürünmesine gerek yoktur. Çünkü bir kez bile başarılmış bir eylem, teknik olarak sonsuza dek başarılabilir ve olası kabul edilen bir eylem ise, toplumun tahmini doğrultusunda ilerlemeye mahkumdur. Bu da, aslında ilerliyor gibi görünürken yalnızca birbirinin boşluğunu dolduran Güneş Yılanı’nın bir yansımasıdır. Getireceği şey de, sonsuzluk değil yalnızca bir devinim olacaktır.

Bu nedendendir ki, var olanı yıkmak ve yerine yenisini koymak amaç olmamalıdır. Yapılması gereken, var olanı yıkmak ve yerine “hiç var olmamış olan”ı koyabilmektir. Üzerinde durduğumuz ve üzerlerine bir uygarlık inşa ettiğimiz putlar, böyle bir ağırlığı taşıyacak güce ve niteliğe sahip değillerdir. Bu putların içi boştur ve çatırdamakta, parçalarını etrafa saçmaktadırlar. Sanılmasın, ki onlar yıkıldığında, insanoğlu boşluğa düşecek. Hayır, aksine, insanlık ilk kez kendi ayakları üzerinde duracak ve kendi omzundan güç alarak yükselecektir. O zaman ki, Nietzsche, var olmayan insanlara hitap etmekten kurtulacaktır. Çünkü, “ölülerin son ödülü bir daha ölmemek” ise, yaşayanların ödülü yaşıyor olmaktır.


Bu benim TFK Felsefe Olimpiyatı 2008'de 37. olmuş yazım. O yarışmada yüzüğümü kaybetmiştim, hâlâ içim yanar. Aynını bulamadım bir daha...

2 yorum:

Adsız dedi ki...

bu gibi yazılar okudukça kandime güvenim ve geleceği inancımm artıyor.


sanırım...

Poetisa dedi ki...

çok teşekkür ederim sayın ayran:)